Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.
Belki de bu yüzden trenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.
Evet,
bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tren
yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık
tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.
Dünyaya düştüğünden beri
her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir
rind ü şeydadır kara tren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı
başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan
yollarda.
Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı
Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın
zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.
En bahtiyar gönülleri
bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki
salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen
bağrıyanık bir sevdazedenindir.
Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren
kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki
dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.
İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir
hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak,
yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı,
beklemeyi sabrı en iyi o bilir.
Her bahar komşu akasyaların iğdelerin
çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını
dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili
dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara,
ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.
Biraz gecikse trenin gelişi
yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını.
Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.
Herkesten önce o
hisseder trenin yaklaştığını. Sevinçten heyecandan çarpan mahcup
kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır. Trenin
sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram
sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…
Yorgun tren, istasyonun tam da
kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini
seyreder, istasyon trenin pencerelinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş
dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci giderken ardından
sürükleyerek götürür tren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden
tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan
ayrılmak istememesi, bin bir naz ile zorla yola koyulması, her dem
sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.
Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…
İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.
Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.
Gurbet
dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen
istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu
imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın
çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir. Hissederiz lakin
anlayamayız.
Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır
trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya
ağaçlarının gövdelerini yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım
kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru. Bu
yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü
biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.
Eğer siz de içinde
istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu
beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri
ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa
da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler
söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların
kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç
kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda. A.YILMAZ...08/05/2012