27 Mayıs 2012 Pazar

DAVA !


Bizim gençlik yıllarımızda bir şarkıcı İbo vardı, tombul bir adamdı. "Benim balonlarım vardı" diye de bir çocuk şarkısı söylerdi.
Biz, balon yaşını geçmiştik çoktan... Bizim de "davalarmız" vardı o yıllarda. Dava sözcüğünün bizim kuşakların hayatına paralel bir hayatı oldu.
Yetmişli yıllarda en çok kullandığımız kelimelerden biriydi dava...
Herşey dava içindi.. Ömrümüz de ölümümüz de... Bizden öncekilerin bize bıraktığı en değerli mirastı dava!...
Davalı şairlerin, yazarların varisleriydik biz...Davaları yüzünden haklarında açılmamış dava bulunmayan davalı şairler, yazarlar...
Devletin kendilerinden daima "davacı" olduğu davalılar...Davaları yüzünden ömürlerinin yarısın mahpuslarda geçirmiş adamlar...
İşte bizler, yetmişli yılların gençleri bu davalı adamların davalarına gönül vermiştik.
Sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz çoğu zaman "dava" üzerine olurdu.
Biz öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmuş bir davanın erleriydik.
Davamızla birlikte ayağa kalkmak istiyorduk; yüz üstü çok sürünmüştük çünkü...
Davamız uğruna dayaklar yedik... Kapılardan kovulduk... Zaman zaman biz de öncekiler gibi devletle davalı duruma düştük...
Dava tek/Ölmemek/Peygamber/ Ne haber" olanlara karşın bizim, "hor, öksüz ama büyük bir davamız vardı.
Yıl seksen olduğunda davacı devlet bütün davalıların üstüne yürüdü... Darbeyi yiyen "köksüz davalar" ezildi... Ama bizim öksüz davamız dimdik ayakta kaldı...
28 Şubat'ta denediler sarsıldık ama yıkılmadık...
Sonunda davamızı iktidar yaptık... İktidar yapmakla kalmadık "muktedir" olması için de çok uğraştık.
Sonunda bu da oldu ama "dava" sözcüğü de sarardı soldu; dağarcığımızdan silindi gitti...
Artık dilimizde "dava" yok... Dava konuşmuyoruz, davadan konuşmuyoruz...
Hep dünyadan, hep dünyadan konuştuklarımız...
Sahi bizim davamız neydi? A.YILMAZ 27 MAYIS 2012

8 Mayıs 2012 Salı

İSTASYON VE TREN'İN AŞKI






Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.
Belki de bu yüzden trenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.
Evet, bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tren yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.
Dünyaya düştüğünden beri her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir rind ü şeydadır kara tren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan yollarda.
Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.
En bahtiyar gönülleri bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen bağrıyanık bir sevdazedenindir.
Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.
İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak, yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı, beklemeyi sabrı en iyi o bilir.
Her bahar komşu akasyaların iğdelerin çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara, ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.
Biraz gecikse trenin gelişi yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını. Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.
Herkesten önce o hisseder trenin yaklaştığını. Sevinçten heyecandan çarpan mahcup kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır.  Trenin sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…
Yorgun tren, istasyonun tam da kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini seyreder, istasyon trenin pencerelinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci giderken ardından sürükleyerek götürür tren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan ayrılmak istememesi, bin bir naz ile zorla yola koyulması, her dem sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.
Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…
İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.
Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.
Gurbet dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir.  Hissederiz lakin anlayamayız.
Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya ağaçlarının gövdelerini yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru.  Bu yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.
Eğer siz de içinde istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda. A.YILMAZ...08/05/2012