14 Ekim 2013 Pazartesi

ONLAR BİR AİLEYDİ GELDİ GEÇTİ




Bu gun Kurban Bayramının arafesindeyiz. Her Kurban Bayramı gibi bu bayramda da gündemimize babanın İbrahim, evladın İsmail ve annenin de Hacer olduğu mükemmel bir ailenin fedakarlığı, teslimiyeti ve gönüllerinde taşıdıkları sönmez ilahi aşkı yad ediyoruz. Normal bir günde sevgiliyi hatta en sevgiliyi Allah’a adama ve onu ilahi aşka kurban etme eylemiyle adlandırılan en güzel ve en anlamlı Allah günü tayin edilmiştir.Bir baba yüreğinin, yürüme ve sevilme çağındaki evladına karşı hassasiyeti, duyarlılığı ve şefkat dolu hali bir an olsun düşünüldüğünde, evladı kurban etmeyi, onu kendi elleriyle keserek Allah’a adamayı düşünmek bile en katı kalpli insanı titreten, sarsan ve hüngür hüngür ağlatan bir keskinliktedir. Bunu eyleme dökmeye karar vermek, bu kararını biricik evladına açmak ve oğlunun boynunu kesecek bıçağı bilemek, sonra çocuğunu giydirip kesmek üzere evden çıkarmak, uzak ve tenha bir yere götürmek, onu yere sermek, boynuna bıçak dayamak, az acı çeksin diye bıçağı çok daha iyi bilemek ve bıçağın keskin tarafını şah damarına dayatarak çekmek… Aman Allah’ım! Bu ne aşk, bu ne cesaret, bu ne kararlılık, bu ne candan ve canândan vazgeçmek! ! ! İbrahim’i İbrahim yapan işte budur,İbrahimce duruş!!!!!!" O öyle bir teslimiyet ortaya koymuştur ki; bu teslimiyet kendisine ateşin gülistan kılınmasını sağlamıştır…İman etmiş olan insanın inanç yürüyüşünde bir kez denenmek yetmiyor demek ki kimi zaman. İbrahim Halilullah’ın denenmesi de yetmemiş olacak ki, bu kez ondan daha çetin bir teslimiyet talep edilmektedir. Adeta denmektedir ki; “Ey İbrahim! canını ateşe sundun imanın için hiç tereddüt etmeden ama, cananını, gözünün nurunu, yavrunu da gözden çıkarabilecek misin bakalım çok sevdiğini söylediğin Rabbi’nin hatırına?!...Ya İsmail’in tavırları, duruşu ve teslimiyeti? Anneler ne evlatlar doğurmuştu ve İbrahim baba olduktan sonra İsmail’in İbrahimce bir duruş sergilemesinden başka bir şey mi beklenirdi! ? “Baba! Emrolunduğun şeyi uygula! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” ve İsmail giyinip süslendi. Düğüne gider gibi babasının önüne düştü. Evden bir daha dönmemek üzere uzaklaştı ve geride kalanları son bir kez olsun diye selamladı. Uzakta ve tenhada, minnacık yumuşak boynunu keskin bıçağa uzattı, “Bismillah” deyip gözlerini yumdu ve keskin bıçağın soğukluğunu sımsıcak damarlarında yavaş yavaş hissetti. Ama kendisinde çelik gibi bir irade, dağları sarsan bir iman ve gökleri ağlatan bir devrimci heybeti vardı. Tıpkı ateşe atılırken kendini izzetin doruğunda hisseden ve ölüme gülümseyen babası İbrahim gibi.” Bu yüzden İbrahim ve İslamil’e selam olsun! Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizeydi. Bir aileydi geldi geçti. Onlar üşenmeden en değerli varlıklarını göz kırpmadan Allah’a adadılar. Tıpkı Hanne’nin karnındakini Allah’a adaması gibi, tıpkı Meryem’in bekaretini Allah’a adaması gibi ve tıpkı Muhammed’in Ali’yi hicret gecesinde Allah’a adaması gibi ve tıpkı dedesi Abdulmuttalib’in on çocuktan birini Allah’a kurban edeceğine dair karar kılması gibi…bizi düşündüren, uğrunda çabaya iten ilahi kutsal hedefler ve gayeler taşıyıp uğrunda kesintisiz bir didiniş ve çırpınışa geçmediğimiz sürece ne kurbanın mantığını anlayabilir, ne de kurban bayramını kutlamaya layık olabiliriz. Nitekim bizim yaptığımız bize, onların yaptığı da onlaradır.Saygılarımla sevgiyle kalın...A.Y.14/10/2013

28 Eylül 2013 Cumartesi

SAKIN ''BANA'NE'' DEME ÇÜNKÜ HAYATLARIMIZ BİRBİRİNE DUKUNUYOR




Duvardaki çatlaktan bakan fare çiftlik sahibi ile karısının bir paket açtıklarını gördü
“İçinde yiyecek mı var?” derken – Bir baktı ki fare kapanı !!.

Hemen bahçeye koşup alarmı verdi :
Evde kapan var! Evde kapan var!’

Tavuk gıdaklayıp kafayı kaldırdı ve
‘Bay fare” bu sizin için ciddi bir sorun olsa da şahsen beni ilgilendiren
bir tarafı yok ne yazIk ki! .

Fare dönüp bu sefer koyuna
“Evde kapan var evde kapan var”! dedi.

Koyun konuyla ilgilendi ama kendi hesabına
“Üzgünüm bay fare vah vah emin ol senin için dua edeceğim” dedi.

Fare bu kez öküze yöneldi:
“Evde kapan var!” “Evde kapan var!” diye bağırdı nefes nefese.

Öküz: ‘*** Bay Fare Senin için üzüldüm
ama burnumu sokacağım bir şey değil.’ dedi.

E farenin de basını eğip gitmekten başka çaresi kalmamıştı…
yalnızlık ve terk edilmişlik hisleri içinde fare kapanı ile artık….
tek basına başa çıkmaya çalışacaktı!.

***

O akşam evde alışılmamış bir ses duyuldu.
Sanki bir kapan  avının üzerine kapanmıştı.
Sese koşan çifçi'nin karısı karanlıkta kapana
zehirli bir yılanın kuyruğu kaptırdığını görmemiş.
Yılan da kadını ısırmıştı..

Çiftçi karısını hemen hastaneye götürdü
Karısı eve ateşli ve hasta olarak döndü.

Eeeeeeee ateşli insana ne verilir??

sıcacık bir tavuk çorbası!!!.

Tavuk hemen kesilmiş ve acilen pişirilmiş!
Ama kadın hala iyileşemiyormuş
Eee eş dost ahbap gelince hasta ziyaretine
çiftçi de sofraya koyunu çıkarmak zorunda kalmış!!!.

Ama çiftçinin karısı iyileşmemiş; ölmüş!!!!!.
Aman ne kalabalık gelmiş cenazeye ne kalabalık!!!
Bu sefer de konukları doyurmak için kesilen öküz olmuş….
Fareye de olan biteni deliğinin ardından izlemek kalmış!….
***
Onun için bir daha seni ilgilendirmeyen bir sorun karşına çıkarsa…
BİR DÜŞÜN !!!
Birimiz tehdit altındaysak hepimiz risk altındayız.Bu hayat denen yolculukta
Birlikte yol almaktayız..Birbirimizi kollayıp  gücü ve güveni paylaşmalıyız.

UNUTMA. . . . . .

HEPİMİZ BİRBİRİMİZİN HALI TEZGAHINDA
HAYATİ ÖNEMİ OLAN İPLİKLER'İZ!!!!
VE ŞÖYLE YA DA BÖYLE
HAYATLARIMIZ BİRBİRİNE DOKUNUYOR. A.Y 28/09/2013

8 Eylül 2013 Pazar

ÖMRÜNÜ KUR'AN'A ,İNSANLIĞA VE EĞİTİME ADAYAN BİR GÖNÜL ERİ SEVGİLİ BABAM MEHMET ALİ HOCA







Ömrünü Kur’an’a, insanlığa ve eğitime adayan bir gönül eri…Sakaryada pek çok kişinin kalbine ve hatıralarına yerleşmiş titizlik timsali bir Hak aşığı.. Sevgili Babam Hafız Mehmet Ali YILMAZ
Sakarya Azizziye kültür ve hizmet vakfında yaptığı hizmetlerle binlerce hafız yetiştirmesi onun en büyük mutluluk kaynağıdır .
28 Ağustos1932 tarihinde Sakarya ili Çaykışla köyünde doğdu. Babası ilmiyle amel eden Ramiz Hocaefendi’dir. İlk eğitimini babasından alımıştır 7 yaşında hafız olmuş. Çok küçük yaşlarda hafızlık yapar zamanın önemli alimlerinden Asker Hafız’ın önünde icazetini alır.Zorlu bir eğitim sürecinden geçip TCDD 'de memur olarak başladığı mesleki hayatını TCDD Meslek okullarında din dersi öğretmeni olarak devam ettirdi.Manevi görevi ilk kez 1959 yılında Sami Efendi’den almıştır. O günden sonra üstadlarına olan muhabbeti ve bağlılığı gün be gün arttı. Bu sevda iklimini sohbetlerine de yansıtarak bütün ihvanını kucaklayan büyük bir sevgi yumağına dönüştürdü.
TCDD den emekli olmadan ve emeklilikten sonra bütün mesaisini Aziziye kuran kursun’da ve SAKARYA AZİZİYE KÜLTÜR VE HİZMET VAKFI’NIN kuruluşunda büyük hizmetleri geçer. Vefatına kadar da bu vakıfta kuruculuk ve idarecilik yapar. Sakaryalılar’ bu hâliyle kendisini özellikle hatırlarlar. Sabah namazından sonra Aziziye vakıf mescidinde verdiği sohbetler büyük bir ilgi ile takip edilir Mehmet Ali Efendi, halkın engin sevgisini kazandığı halde, sohbetlerini herhangi bir kitap yazıp neşretmez. Böyle bir istekte bulunanlara verdiği cevap ise hayli ilginçtir; “Bir kalpten bin kitap çıkar, fakat bin kitapta bir kalp bulunmaz!”
Kendisi hakkında çokça güzel haslet anlatılır. İnsanları severken ayrıma tabi tutmadığı gibi. Müslümanlara ne kadar ilgi gösterirse, inanmayanlara da aynı ilgiyi gösterdiği gibi. Mesela çokça selam verdiği bilinir. O kadar çok selam verir ki, sakarya caddelerinde onun yaklaştığını görenler vereceği selamı almak için özellikle beklerler. Şöyle diyor kendisi: “Selam, Cenab-ı Hakkın kulları arasında bir şifredir. Allah, isminden bir ismi yere göndermiştir. Fevkaladelilik vardır. Efendimiz için kanundu selam vermek. Akıl baliğ olmayan çocuklara bile selam verirdi.”

''Bugünün kerameti, hizmettir. Bugünün velisinin, evliyasının kerametini, İslam’a yaptığı hizmetlerle ölçün”

Bir gün keramet ile ilgili bir mevzu sorarlar Mehmet Ali Efendi’ye, “Bugünün kerameti, hizmettir. Bugünün velisinin, evliyasının kerametini, İslam’a yaptığı hizmetlerle ölçün” der ve devam eder: “Ne yaptı, ne yapıyor; dinimize hizmet için, Müslümanlara ne öğretiyor, ne anlatıyor, onları nereye sevk ediyor? İslam’a hizmet edecek insanları yetiştiriyor mu? Aşırılıkları, ifratları, tefritleri gideriyor mu? Her hizmete gönüllü oluyor, şandan şöhretten uzak duruyor mu? Hülasa her an hizmet için nöbette, bir hazır asker mi? İşte evladım, bugünün işi de kerameti de, dine ve Müslümanlara hizmettir. Siz ona bakın. Kim böyle hizmet ediyorsa, Allah’ın veli kulu, işte odur…’’

''Bir Hafız Talebe İçin Bin Münafığın Kahrını Çekmeye Hazırım"

Hafızlık, çölde gül yetiştirmek kadar zahmetli olsa da onun kokusu Nebevî iklimlerden gelir. Hafızlar, zifiri karanlıklara doğan ayın on dördü gibidir. Hafızlar, geceyi aydınlatan kutlu kandillerdir. Gönül göğünün yıldızlarıdır onlar... Hafızlar, tüm engellere göğüs gerip ashabın nurlu yolundan gidenlerdir. Onlar, kutlu seherlerde bir güneş gibi doğarak dünyamızı ısıtırlar.
 
''Hafızlığın mükâfatı cennette     Cemalullah’la şereflenmektir.''

Hafızların serdarı Resulullah Efendimiz “Sizin en hayırlınız Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreteninizdir.” Diyerek, hafızlık müessesesini yüceltmiştir. Hafızlar, Resulullah Efendimizin sadık yoldaşlarıdır. Onların Kur’an’a yaptıkları hizmetlerinin mükâfatını Rabbimiz misliyle verecektir

''Hafızlar, adları hep Kur’an’la anılan bahtiyar insanlardır.''

Hafızlık bir gönül işidir; Kur’an sevgisini iliklerine kadar hissetmektir. Dünya ile olan ilişkilere belli bir mesafe koymaktır. Hiçbir dünyevî beklentisi olmadan dirsek çürütmektir. İnsanların kuştüyü yataklarında uyudukları bir zamanda, rahleyi önüne alıp gece yarılarına kadar Kur’an’la sırdaş olmaktır. Tefekkür edip gözyaşlarıyla temizlenmektir. Dağların taşıyamayacağı ağır bir yükü yiğitçe sırtlamaktır. Onun içindir ki yüce kelamın her harfi, onların kurtuluşu için şahitlik edecektir. Zira onlar, Kur’an’ın her bir harfini yüreklerine nakşetmişlerdir. Onlar, Kur’an’ın canlı şahitleridir. İlahî kelam, onların diline ne de yakışır.
''Hafızlar.Onlar hak ve hakikat davasını, yorgun sırtlarına yükleyip dik yokuşları çıkanlardır ''
Onlar, kutsal bir çilenin gönüllü hamallarıdır. Ağır bir yükün altında olmalarına rağmen, hallerinden de şekva etmezler. Peygamber Efendimizin saçlarını ağartan Hûd Suresi’ndeki “Festakim kemâ umirte (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..)” ayeti onların sırtını da iki büklüm etmiştir. Onlar, bu emri hakkıyla yerine getirenlerin, sonsuza dek kalacakları yerin cennet olduğunu düşünerek soluklanırlar.

                                                      DİN, CİHAD İLE YÜCELİR

Bildiğiniz gibi İstanbul'da medfun bulunan Eyyüb Sultan Hazretleri, İstanbul’da vefat edinceye kadar Allah yolunda cihad etti ve oraya defnedildi. Düşünelim Eyyüb Sultan Hazretleri, İstanbul’u fethetmeye gelen ordunun içinde gençlik devresini aşmış, bir pir-i fanî ihtiyardı. Bununla beraber Allah'ın desteği ve İslamî izzet sayesinde kalben, ruhen, bedenen, imanen bir kahramanlık numunesi idi. Dikkat edelim. Allah'ın Resulü haber veriyor ki
“Kim, cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden ge­çirmeden ölürse, bir çeşit münafık olarak ölmüştür.” (Müslim, Ebu Davud, Neseî
                                                      O AYNI ZAMANDA BİR CİHAD ERİYDİ

"Bağdat'ta, Basra'da, Halep'te, Musul'da, Kabil'de, Arakan'da öldürülen çocuklar bizim çocuklarımızdır. Tecavüze uğrayan masum kızlar bizim bacılarımız, bizim evlatlarımız, bizim kardeşlerimizdir. Elbette İngiltere, ABD sessiz kalacak, İslam ülkelerinin yöneticileri, ey gaflet içindeki yatan Müslümanlar! Ya siz neredesiniz?" Çağrısına uyarak 80 yaşında olamasına  rağmen gençlerle birlikte Kadıköyde’ki zalimlere lanet mitingine katılarak arakan müslümanları için dua ederek gözyaşı dökmüştür.

''Telaşa de gerek yok aslında. Yolcuyuz biz. Yolcuysak, yolumuzu edeb içinde yürümeliyiz. Bütün mesele bu''.

Efendimiz (s.a.v) “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olandır” buyuruyor. (Tirmizi) Belki ömrümüzün uzun olması elimizde değil, ama onu güzelliklerle doldurmak elimizde. Aslına bakarsanız onu iyiliklerle doldurmadıktan sonra uzun zamanlı sermaye de insana ancak yük getiriyor. Zenginlik nimetiyle azmak gibi. O nedenle çok yaşayanları değil, saçını Allah yolunda ağartanları övüyor Efendimiz (s.a.v).Hemen herkes bir gün iyi olmayı, güzel işler yapmayı düşleyerek yaşar. İyi bir şeyler yapacağızdır ama şimdi değil, daha vakti gelmemiştir. Henüz zamana ihtiyacımız vardır. Oysa insanın bu zaafını bilen Efendimiz bizi bu konuda da uyarıyor: “İşlerini tehir edenler, ileriye atanlar helak oldular, mahvoldular.” Ayrıca sadece geçmişe veya geleceğe yönelerek yaşamak, içinde bulunduğumuz anı değerlendirememeye sebep olur. Dem bu demdir. Ne yapacaksak şimdi yapmak gerek. Rabbim bana bir gün daha fırsat verdi, bu günde yaşıyorum bunu nasıl değerlendirmeliyim diye düşünmeliyiz. İnsan. Her yıl dönümünde bir muhasebe çilesi yaşamalı, insana yakışan bu. Ağzımızdan çıkan sözlerin, ellerimizden çıkan işlerin, ayaklarımızın yürüdüğü yolların, kulağımızdan beynimize ve kalbimize ulaşan her şeyin hesabı yapılmalı inceden inceye. Kolay değil bu…

''Necip Fâzıl’ın dediği gibi:O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,Azrâil’e “Hoş geldin” diyebilmekte hüner…''

Sadece bir yıl için bile temize çıkmak kolay değil. Ya birde bütün ömrün hesabını vermek.Kaç gönül yıktık, ya da kaç virane evi şenlendirdik? Kaç güzellik kattık dünyaya Allah için? İşte bunların hesabını verebilmeliyiz..İnsanlar olimpiyatlarda saliselik farklarla rekor kırıyorlar. Demek ki saliseler bile önemli insan hayatı için. Neler, ne zenginlikler sığıyor bir saniyenin içine. Ya bir ömre ne zenginlikler sığar? Sığdırılabilene… Geriye dönüp baktığımızda, savrulur ruhumuz, dört bir yana zerre zerre, dağılırız çözülürüz; geçiyor, bitiyor diye günler... Tükeniyor diye birbiri ardınca sayılı nefesler diye üzülürüz. Yaşanmış nice acılar, işlenmiş nice günahlar sökün eder gelir de hatırımıza, bir an için ümidimizi kaybedecek gibi oluruz.Her nefes bir imkânken, bir fırsatken, değil binbir günahın karasını bembeyaz etmek, samimi bir tövbenin koskoca bir ömrü bile akpak etmeye yeteceğini sakın ha unutmayın .. Toprağın gecesine girmeden güne ve güneşe merhaba diyemiyor bir tohum.İnsanda toprağın gecesine girmeden ve ölmeden, mahşerin sabahına, cennetin baharına doğamaz asla.

''Nasıl Yaşarsan öyle ölürsün, Nasıl ölürsen öyle dirilirsin, nasıl dirilirsen öyle haşrolunursun ''

Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. Dünyaya vedâ hâlindeki her insan, bu aynada güzellikleri ve çirkinlikleri ile geride bıraktığı bütün bir ömrünü yeniden seyreder. Son nefesimizin pişmanlıkla seyrettiğimiz bir ayna olmaması için Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin feyizli ikliminde hayır-hasenât ve sâlih amellerle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamamız zarûrîdir. Zira hadîs-i şerifte; “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür, öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 663) buyrulmaktadır.
Başka bir ifadeyle son nefes, acı-tatlı hâtıralarıyla yaşanmış olan fânî hayat sahnesinin son perdesidir. İşte ebedî âhiret yolculuğuna çıkarken, dünya hayatına bakıp söylenen bu “son elvedâ”nın mâhiyeti çok mânidardır. Necip Fâzıl’ın dediği gibi:
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e “Hoş geldin” diyebilmekte hüner…

''Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

Unutmamalıdır ki, ârif ve âşık gönüllü Hak dostlarının dünyadaki huzurlu hayatı, kabir âlemlerinde de aynı huzur ikliminde devam etmektedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabir âleminin, onlar için bir cennet bahçesi hâlinde olduğunu müjdelemektedir. Aşağıdaki mısralar, âdeta böyle bir huzuru terennüm etmektedir:
Ölüm, âsûde bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin selviler altında yatan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bülbül öter


Hayatını İman ve Kur'an hizmetine adamış, gönül ve fazilet insanı, Mehmet Ali Hoca 2012 yılının 5 ağustos Ramazanı şerifin'in  iftar saatinde ezanı muhammediyeler okunurken oruçlu olarak  rahatsızlanır.  hizmet aşkı, şevki ve vefasıyla gönüllerde müstesna bir yere sahip olan . İlerlemiş yaşına rağmen yılmadan, yorulmadan hayırlar peşinde koşarak İman ve Kur'an hizmetlerine öncülük eden Hocamız  Şimdi ise muvakkat ve âlâmla dolu bu fani dünyadan ebedi dostlukların yurdu mahz-ı lezzet ukba âlemine 7 eylül günü cuma ezanları okunurken sağ işaret parmağını kaldırarak yürür ve Rabbine teslim olur 8 eylül günü cenaze namazı Yeni Camii’nde Diyanet işleri başkan yardımcısı Prof Dr Hasan Kamil YILMAZ tarafından  her faniye nasip olmayacak sayıda kalabalık bir cemaat’e kıldırır, tabutu gidilecek mesafe çok kısa olmasına rağmen uzun süre eller üzerinde taşınır ve Adapazarı merkez Mezarlığı’na defnedilir. Merhuma Cenab-ı Mevla'dan rahmet ve mağfiret diliyor Allah makamını cennet eylesin.

                                                      Hocam hakkını helal eyle





17 Temmuz 2013 Çarşamba

SON KUNDAĞIMA SARILDIĞIMDA İLK KUNDAĞIMDAKİ GİBİ DEĞİLSEM YANİ GELDİĞİM GİBİ GİDEMİYORSAM VAY BANA


Sevgili Dostlarım .Bir neşe fırtınası içinde geliverdim dünyaya, ola ki annem sancılar içinde acı çekse de benim günüm aydınlanıverdi güneşle, sabahın o güzel serinliğini bedenimde hissettiğimde.Tüm başlangıçların en güzelinin içinde olduğumu hissettim.Yaşanmış yıllar yaşanacak yıllara teminat olmuyor, olamıyor.. Her istediğimiz hayatın gerçekleriyle buluşmuyor, bizim gerçeklerimizse hayata dar geliyor .. Ya planlarımız hayata uymuyor, ya da hayallerimiz gerçekle örtüşmüyor, ya beklenen gelmiyor ya da vaktinden nice sonra geliyor, adına geç kalınmışlığımız diyoruz, ya istenen olmuyor ya da istediğimiz gibi olmuyor, hep bir eksiklik bir yarımlık yarım kalmışlık.. Hayat yolculuğunda belli duraklar ve belli yol ayrımları karşılıyor bizi.. Kiminde durup nefes alıyoruz, kiminde konaklıyoruz bir zaman.. Kiminde yüzümüz gülüyor kiminde gözyaşlarımız sel olup gidiyor..Derken zaman acımasızca yaşanmışlığı çizgiler halinde izler bırakarak yüzümüze, anlamadan dinlemeden geçip gidiyor, kayıp uçuyor, ezip esip geçiyor işte.. Durdurabilmemiz mümkün mü, engelleyebilmemiz mümkün mü, karşı koyabilmemiz mümkün mü.Hayallerimin ne kadarı gerçek olmuş, ne kadarı beynimin tozlu raflarındaki hayaller sandığında kilitli duruyor..Pişmanlıklarım, yapmak isteyip yapamadıklarım, cesaretsizliklerim, eksikliklerim, keşkelerim, bunun yanında mutluluklarım, iyi ki dediklerim, hayatımın anlamları, yaşama sebeplerim.. Ağır basanlar hüzün tarafı mı hayatın yoksa gülen yanı mı.. Al bakalım en afillisinden muhasebe zamanı, on puanlık bir uzmanlık sorusu bana..Bu hayatın ne kadarını kendim için yaşadım, ne kadarını başkalarına feda ettim. O da bende saklı..Seven, sevilenin isteklerini yerine getirmeliydi. Sevginin de ispatı bu olsa gerekti. Bana bunca özellikleri veren, bütün kainatı hizmetkarın hükmünde var edene karşı da bir takım görevlerimin olduğunu biliyordum. Zaman zaman bunları ifa ettiğimde hem mutlu oluyor hem de asıl görevimi yerine getirmenin huzurunu yaşıyordum.Sularla birlikte akar ömür. Ta ki son menzile varılır, öyle durulur. Sular kaynağında duruydu, saftı. Ben kundağımda… Sularla birlikte aktı hayatım. Kimi zaman bulandım kimi zaman duruldum. Akışın her anında berrak olma imkanı vardı. En güzeli “durulmadan, donmadan akmak”tı. Son kundağıma sarıldığımda ilk kundağımdaki gibi değilsem; yani geldiğim gibi gidemiyorsam vay bana Arif YILMAZ ....30/04/2013

13 Ocak 2013 Pazar

SEVGİLİ BABAMIN ANISINA BOŞNAK BÖREĞİ




Dışarda hava çok soğuk... Öyle soğuk ki ciğerlerim titriyor... Kar yağıyor... Öyle yağıyor ki yavaş yavaş, tane tane, gelin gibi bembeyaz... Tam da O'nun sevdiği gibi... Ramiz Efendi'nin Oğlu Mehmet Ali... Ne de gurur duyardı Müslüman Boşnak kanıyla... Bembeyaz uzun sakalları ve deniz mavisi gözleri vardı... Benim kahramanım, beni ben yapan yegane insan..
Hafta Sonları Aileyi bir araya toplayan en önemli şey onun en sevdiği meşhuuuuuur Boşnak Böreği'ydi... E hadi biz de yapalım dedik. Ramiz Efendinin Oğlu Mehmet Ali'ye biz evlat ve  torunlarının Dedosuna bu yakışırdı...
Fonda Boşnakça ilahiler , ağıtlar... Kardeşim Ayşe Torunları Hande ve Ebru ile başladılar patates soyup soğan rendelemeye... Bu sefer soğan değil durumun kendisi ağlatıyordu... Kilolarca yufka, kilolarca patates, soğan... Tam dört tepsi börek yaptılar... Akşam gelecek olan  misafirlere ikram etmek için... Sanki o da yanımızdaydı... İçeride yatağına uzanmış dinleniyordu... Sabah namazından sonra bize böreklik malzeme almak için çarşıya imiş biraz yorulmuştu... Belki de uyuya kalmıştır... Gözlerinle görsen de, insan hep bir yerlerdeymiş gibi düşünmek istiyor işte...
Onsuz  olarak hayatımızda ilk defa aylardan sonra onun evinde yaptığımız  Boşnak Böreği, Babam ve Dedomuz için sevgimizi ona göndermemizde ve onu yanımızda hissetmemizde bir araç oldu adeta...Ruhu Şad olsun....A.YILMAZ 13 01 2011



10 Ocak 2013 Perşembe

ARSTEEL DEMİR ÇELİK SİZE DÜNYALAR KURAR






• Yapısal çeliğin inşaat sektöründe kullanımı, Avrupa'da özellikle İngiltere'de 18.yüzyıl sonlarında, ABD de 19. yy ortalarına doğru başlamıştır.• 2. Dünya Savası’ nın ardından çelik üreticilerinin elinde bol miktarda çelikbulunması, savasın etkisiyle büyüyen kapasitelerini konut üretimine yönlendirmelerine yol açmıştır.
• 1980’ lere gelindiğinde, gerek hafif çelik endüstrisindeki ilerlemeler ve gerekse ağaç fiyatındaki artış, hafif çelik konutlarda talep patlaması yaratmıştır 
• Çeliğin depreme, yangına ve rüzgara karsı dayanıklı olması, Fire ve kayıpların çok az olması, üretimi ve montajının çok hızlı olması, çevre dostu olması, geri dönüşüm oranının diğer malzemelere göre daha çok olması, teknolojik gelişmeler ile işlenile bilirliğinin çok artması, maliyetlerin düşük, güvenirliğin çok yüksek olması bu sistemin 21. yüzyılın sistemi olacağını göstermiştir.



6 Ocak 2013 Pazar

"UZAK"LAR BİR GÜN,YAKIN,AMA ÇOK YAKIN OLACAK....



Dün 30 lu yaşlarda uzun yıllar beraber çalıştığım  bir dostumun sevgili eşi'nın ankarada ,banyoda düşerek beyin kanaması geçirdiği ve vefat ettiğini öğrendim..20 günlük bir bebeği olan bir anne..Hemen istanbulda,diş hekimi olan vefat eden bir tanıdığımız  geldi aklıma..Ve sarybosna atalarımın toprakları ,bizim bağdat bizim şam bizim gazze geldi, binlerce annesiz bebek ve yavruları karnında öldürülen anneler canlandı yeniden hafızamda..Ölümü hatırlamak gerek ,insan ancak o zaman duruluyor..Sonu gelmez istekler o halde son buluyor..Ve rahatlıyoruz belkide O na sığınıyoruz tekrardan.Tevekkülü hatırlıyoruz....UZAK... ÇOK uzakta bir yerde, bir savaş olduğunda, birileri hayatını, birileri evlatlarını kaybederken, onların uzağında birileri de açar ellerini ve dua eder usulca.. bazen süzülen yaşlarla.. Hep, mesafe yakınlaştıkça şiddeti ve iştiyakı artar duaların.. Savaş Filistin'de değil de, güneydoğuda olmuş olsa örneğin; duanın, acının ve korkunun şiddeti artar...Savaş ilerlese içerilere doğru, iç anadoluda olsa mesela, yürekler çatlarcasına arttırır duayı.. Ve, bulunduğu şehirde patlasa bombalar insanların, dualar feryada döner, haykırırcasına ister insanlar Rablerinden isteyeceklerini... Sonra savaş bir yakınlarına dokunsa; dua, günde bir saatten, yirmi dört saate kadar kaplar hayatlarını.. Ve savaş, kendilerine dokunsa, kim bilir ne acılar dağlanır yüreklerinde..Neye dönüşür feryatları, nasıl olur duaları, nasıl olur yaşamları... İşte, zarar yakınlaştıkça insana, kalpte heyecan, kalpte yakarış, kalpte acı artıyor.. Uzaklarda olduğunda, yine yürekleri "cız" ettirse bile, öylece uçup gidiyor zaman içinde.. Ve ölüm, uzak olduğunda insana, korku da uzak, yakarış da, kulluk da, hesap kaygısı da.. Ama ölümcül bir hastalığa yakalandığında, ölümün yakınlaştığını hissettiğinde, korku artıyor, yakarış, kulluk ve hesap kaygısı artıyor.. "Ölümden dönme" tabiriyle, bir kaza atlatanlar, yahut, depremde patlayan bir binada olmuş olmaktan kurtulanlar, ölümün teğet geçtiğini hissedenler, yine bir nebze korkuyor..bir nebze "yakarıyor"..Yaratıcısına biraz olsun daha yakın münacatlarda bulunuyor.. Ama sahil-i selamette emanet içinde yaşarken insan, tüm bu ihtimalleri siliyor zihninden ve hayatından.. Ve uzak oluyor hepsi, uzak... Dokunmayacak, gelmeyecek kadar uzak..Bitmeyecek kadar uzun bir ömür.. Bitmeyecek kadar "sağlam" bir emniyet.. Hiç savaşı tatmayacakmışçasına büyük bir güven, Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyayla can ciğer.. Bunun için.. Allah'ın elçisi'nin s.a.v hatırlatması ile "Lezzetleri acılaştıran ölüm"ü sık sık anımsamak gerek.. Acılaştırdığını bile bile lezzetleri, keyifleri, tatlı sohbetleri ve eğlenceleri, sık sık, hatırlamak gerek.. Çünkü ölüm meleği geldiğinde bir kaçış olmayacak.. Çünkü o "uzak"lar bir gün, yakın, ama çok yakın olacak.. Her canlı ölümü tadacak.. Geriye sadece, bırakılan yad-ı cemiller kalacak..Sadece, Yaratıcımızın rızasını gözeterek yaptıklarımız.. Hiçbir günün garantisi yok.. Hiçbir bedenin,Hiçbir toprağın, Hiçbir ülkenin... Öyleyse henüz ölmemişken Ülkemizin su ve elektirik şebekeleri bombalanmamışken,Yaratıcımızın "razı" olacağı şekilde yaşamak neden bu kadar uzak?... "Ey insan, nedir seni Rabbinden uzaklaştıran?..." (İnfitar suresi) Bu hitap, bu kadar yakınken, Neden "zor" geliyor Yaratıcımızın kurallarına uymak.. Ve bir genci namaz kılarken gördüğünde "Maşallah" diyen teyzeler Neden şaşırıyorlar "Allah'ın kurallarına uymaya çalışan" birini gördüklerinde de, neden kimse şaşırmıyor, namaz kılınmadığına?.. Hem de emir bu kadar açıkken Kur'an'da, Hem de dinin direğiyken, Hem de tüm ibadetlerin ve hayatın özü, anlamı iken.. Neydi uzaklaştıran Yaratan'ın kullarını Yaratan'dan... ..... Çünkü..uzak..çok uzak düştük O'nun hitabına, O'nun kitabına... Gündemimizi basit ve önemsiz şeyler öylesine kapladı ki, Yer kalmadı tüm bunlara.. ... Yaratıcımız, aslında "uzak" olmayan, ama "uzakta" görülen kardeşlerimizin ve yakın, en yakındaki bizlerin yardımcısı olsun... Aminnn Arif  YILMAZ  ocak 2013