17 Ağustos 2010 Salı
17 AĞUSTOS 1999 SAAT 03,02: ADAPAZARI
Her kökten insanın yaşadığı doğu şehirlerinde, yan yana yaşanan ve dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin hatırlanması mı? Geleceğin habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı, yoksa geleceği hayal edenler mi?
Sıcak ve bunaltıcı bir havanın dışında alelade bir ağustos gecesi Hane halkı benim ve ortanca oğlum Emre'nin dışında BURSA Gemlik'te manastırdaki yazlık evimizde idiler . Vakit bir hayli ilerlemişti. Sabaha çıkacağım iş seyehatim için istirahat etmeliyim. Saat 03.00 de ayağa kalktım masamın üzeri dağınıktı. Masamı toparlamaya ve bilgisayarı kapatma hazırlıkları yapmaya başladım ki; bir ışık, ardından dehşet bir sesli vuruş ve sarsılma birşeyleri toparlamaya gerek yoktu artık. İlk vuruşla birlikte elektrikler kesildi; ortalık zifiri karanlık. Salonun içinde bulunan herşey devriliyor, kırılıyor ve duvarlar üzerime geliyordu. Kütüphane devrildi ve yüzlerce kitap yerlere saçıldı; ortalık adeta savaş alanına döndü. Sarsıntı, sarsıntı ve dehşet bir gürültü; çam kırıklarına basarak hole doğru ilerlemeye çalışırken bir yandan yüksek sesle Emreye sesleniyor, diğer yandan ölmekte olduğumuz için sesimin en üst perdesinden kelime-i şehadet getiriyordum. Emreye deprem olduğunu, sakin olması gerektiğini ve güvenli bir yer bulup kalmasını söyledim. Dinleyen kim. Karanlığa rağmen büyük bir hızla evi terk ettik. Sarsıntı durmuştu. Görünen manzara felaketin büyüklüğünün habercisiydi. Evimizin karşısındakı üç katlı bina, yan tarafta beş katlı binanın üç katı çökmüş, bir başka beş katlı bina başka bir binanın üzerine devrilmiş ve ara sokaklar ortadan kalkmıştı. Küçük bir şehir turuyla felaketin boyutunu gördük. Şehrin yüzde 80'i yıkılmıştı. Küçük bir kıyamet yaşanıyordu. Mahşeri andırırcasına kaçışan insanlar, bağrışmalar, yardım talep eden feryatlar. Herşey anlıktı var olmak ve yok olmak. Zaman gündelik hayatın algılamasıyla kısadır. Bir felaketin içinde sonu gelmeyecek kadar uzun. Anın, kudretin ve kaderin sırrına erişiyorsunuz. Hayat maceranız gözlerinizin önünden hızla geçiyor.
53 yıl önce; üç aylık bebekken adapazarında ki 57 depreyle tanışmışım bu şehirde evlendm, sevdamızı bu şehirde çoğalttık, çocuklarımız bu şehirde doğdu, dostluklarımız, komşuluklarımız ve akrabalıklarımız bu şehirde oluştu, iş yerlerimizi bu şehirde kurduk, bu şehrin hafızasına, hatırasına, tarihine ve kültürüne karıştık. Şehrin oluşturabildiği uygarlığını bir parçası olmaya çalıştık. Gelecekten çok geçmişe mi bakıyoruz? Bunu söylemek kolay değil. Alt tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak? Gelecekle ilgili tasavvurlarını kaybetmekle karşı karşıya kalmış bir şehrin insanıysanız eğer; geçmişe bakarsınız. Adapazarında geçmişi anımsamakta artık zor. Her şey 17 Ağustos 1999 gece saat 03.02'de ve 45 saniyede oldu. Şair İsmet Özel'in dediği gibi "Ben yaşarken koptu tufan". Bizler sevdalandığımız caddeleri, sokakları, parkları, mekanları ve hatıraları kaybettik... bizler dostları kaybettik.
Okulda altı yıl tarih okuduk; her yıl bir çağı öğrenmek konumundaydık. Önce şanlı Antik çağı; Büyük İskender'in fethettiği Fenike kentleri; Persler'in Balkanlara uzanması; Romalılar, Bizanslılar, İslami dönemle Emeviler'den Abbasiler'e; Haçlılar, Selçuklu ve daha sonra altı yüz yıllık muhteşem Osmanlı dönemi; I. Dünya savaşı; Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, nihayet II. Dünya Savaşı... Tümüne tanıklık etmiştir Adapazarı. Okuduğumuz tarih, bir anlamda uygarlığın serüveni, belkide bu şehrin cezbeden hikayesidir.
"Bir şehrin yerlisi olmak", Dostoyevski'nin diliyle "gidilecek bir yer olmak"la benzeşir mi bilmiyorum? "Yerlilik", artık ihtilal sonrası Avrupa başkentlerinde ve İstanbul'da işportaya düşen Beyaz Rus aristokrasisi nevinden fersûde bir değer haline geldi: Hükümsüz, rüküş ve yirminci yüzyılın ilk yarısına dair bir kiymet hükmü!— Nerelisiniz? sorusuna tek kelimelik cevapların devri geçmiştir:— Annem ...li, babam ...li, ben de ...da doğmuşum, ama çoçukluğum ...da geçti. Ortayı ...da, üniversiteyi ...de bitirdim. Şimdi de ...ya yerleştik ama!..
Nereli olduğunu anlatmaya çalışırken (daha doğrusu anlatamazken) bir parçalanmışlığı yaşayanlar, aynı bayrak ve buyruk altında, bir yerde yeni bir vatandaş modelini oluşturmaktalar. Parmağını Türkiye haritasına uzatıp, şuralıyım demek yerine birkaç yeri işaretleyen bu insanlardan bazıları; sizleri şaşkınlığa sevkederek parmaklarını daha geniş bir coğrafyaya uzatacaklar; Rumeliye, oradan Kırıma, Kırım'dan Kafkasya'ya uzanacaklar ve adeta geniş bir imparatorluk haritasını çizeceklerdir. Bu şehirde yaşıyorsanız eğer Balkanlar, Kırım ve Kafkaslar hakkında bilgi sahibi olmalısınız. Belkide bu bölgelerde konuşulan dillerden biraz da anlamalısınız.
İstanbul fethinden 129 yıl önce, Bursa'nın fethinden bir yıl sonra bölge Türk yurdu oldu. Şehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz köşesinden zaman zaman yüzeye vuran dalgalar gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Üstad Necip Fazıl'ın şiirleştirdiği gibi; "Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;/ Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan./ Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;". Adapazarı, yanlızlık, yetimlik, yoksulluk ve ayrılığın adıdır. O, 93 harbinin ruhudur. Manav'ı (Türk'ü), Boşnak'ı, Arnavut'u, Gürcü'yü, Abaza'yı, Çerkez'i, Laz'i, Kürt'ü ve Karadenizli'yi aynı sokakta konuk edecek kadar Osmanlı kültürüne aşına. Ensar-muhacir ilişkisiyle de Medine gibi İslam kültürünün kendisiydi.
Şehrin sokaklarında yürüdüğünüzde kendinizi; Balkanlar'da; Bosna, Saraybosna, Sancak, Novi Pazar, Kosova, Priştine, İpekçe, Üsküp, Kalkandelen, Manastır, Kumanova, Gostivar, Tiran, Selanik, Kavala, Gümülcüne, İskece, Kırcaali, Hasköy, Burgaz, Varna, Şumnu, Dobruca, Kırım'da; Bahçesaray, Akyar, Kafkasya'da; Adigey, Karaçay-Çerkes, Abhazya, Dağıstan, Mohaçkale, Ahıska, Acara, Batum, Orta Doğu'da; Musul, Kerkük, Şam ve Halep O bir şehir değil, aynı anda birçok şehirdir. O bir kültür değil, aynı anda birçok kültürdür. 600 yıllık muhteşem bir imparatorluğu küçüçük bir mekanla tarife kalkışırsanız; Adapazarı'nı anlatırsınız. Evet, Türkiye Cumhuriyetinde şehirleşen Adapazarı, son Osmanlı'ydı.
"Muska" ya da "tılsım" yapılırmış eskiden şehirlere. Genellikle o yörenin kâhini, rahibi yahut bir başka ulu kişisi şehrin "şahsiyetine" göre bir tılsım yapar ve tılsımı bozuluncaya kadar şehirlerin idame-i hayat edeceğine inanırlarmış. Ziraat şehriyse toprağa, sulak bir şehirse suya, çöldeki bir şehirse rüzgara yapılırmış tılsımlar. Adapazarı'na kaç tılsım yapılmıştır bilinmez. Kesin olan birşey vardır o da bir kaç tılsımın birden yapıldığıdır.
17 ağustos 1999 gece saat 03.02 ve 45 saniye bu şehrin idame-i hayat etmesi için yapılan tılısımların bozulduğu an... Belki de ulu kişilerin uyarılışı, şehirlere yeni "muska" veya "tılısım" yapmaları için. Müslümanlar Mısır'ı fethetmeden önce Nil nehrinin taşmasını durdurmak için, bölgede yaşayanlar her yıl Nil'e bir kadın kurban ederlerdi. Fetihden sonra, emir'el mü'minin Hz. Ömer bu geleneği yasakladı. Baharda Nil taşınca, Mısır valisi Hz. Ömer'e mektup yazar ve bölge halkının, eski geleneklerine devam etmek istediklerini bildirir. Hz. Ömer, bunun mümkün olamayacağını söyler ve Nil'e hitaben bir mektub yazar "Allah'ın kulu Ömer'den, Allah'ın arzı ve nehri Nil'e: Bir daha taşma!". Mektup, Nil nehrinin kenarına gömülür ve Nil bir daha taşmaz. 17 Ağustos 1999'dan itibaren Adapazarı sürekli sarsılmaktadır. Belkide yeni bir ulu kişi gerekmekte, Adapazarı toprağına mektup yazarak; "bir daha sarsılma!" diyecek? A.YILMAZ 1999
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder