13 Eylül 2011 Salı
MERHAMET ETMEYENE MERHAMET OLUNMAZ UNUTUYORUZ
Sevgili Dostlarım İçimde kanayan bir yara, Afrika. Ve o yaranın en sızlayan yanı, Sanat kaygısıyla çekilen aç masum Afrikalı çocuk fotoğrafları...İri gözleri acı, umutsuzluk, sanki biraz da sitem yüklü.Yaşanmamış yıllara rağmen yılgın bakışları.Takat kalmamış kollarında, yüzündeki sinekleri dahi kovacak kadar.Öylesine bırakmış, öylesine terketmiş bedenini...Beden dediysem, kemik ve ona örtü olan derisinden ibaret. Ne kadar da uzaktır fotoğraftaki hal çocuk hallerinden.Ah küçüğüm, nasıl da yabancıyız senin dünyana.İşitiyoruz, görüyoruz, ama başka bir gezegende yaşıyormuşsun farzediyoruz.Biraz üzülsek de unutuveriyoruz az sonra varlığını, uğratmıyoruz düşüncelerimize.Unutmazsak nasıl uyuruz tatlı uykularımızı, nasıl gönül rahatlığı ile doyururuz karnımızı tıka basa?Sahi sen bilmezsin buralarda insanlar doyuncaya dek yerler hatta sonrasında da.Çocuklar gözbebekleridir insanlığın. Özenle giydirilir, prenses odalarında uyutulur, pahalı oyuncaklarla avutulur. Servet harcanarak okutulur. Çünkü çocuklarımız, yarın umutlarımız. Ve sen, sen de çocuk. Ama ya umut?Anneler çocuklarına bir lokma daha yedirebilmek için türlü şaklabanlıklar yapar. Çocuklar binbir nazla yutarlar lokmaları, yenmezse arkalarından ağlayacağına inanarak. O lokmanın ardından ağlayan binlerce kardeşlerinden hiç haberleri olmadan. Gelsin sonra şekerlemeler, çikolatalar, dondurmalar, pastalar... Sen hiç pasta yedin mi küçüğüm?Kremalarını yüzüne bulaştırıp, keyifli kahkahalar attın mı?Bizim buralarda insanlar çok çalışır.Sanırım oyüzden seni düşünmeye pek fırsat bulamazlar. Hiç vakitleri yoktur.Çok harcamak için çok kazanmak gerekir. Ödenecek faturaları, kredi kartları, satın alınacak arabalar, mobilyalar, giysiler, gidilecek tatiller, ler, lar... Hiç bitmez ihtiyaçları. İhtiyaç dediysem, bunu sanırım en iyi sen bilirsin. Saz bir kulübe, bir döşek, bir tabak aş. Ama bize yetmez. Bize hiçbirşey yetmez. Hep daha, daha, daha... Bir bilsen türbanlı bir ablanın bir çift ayakkabıya kaç para verdiğini, inanamazsın. Sen yine de inanma küçüğüm. İnanırsan, isyan eder ve bir daha insanlara güvenemezsin. Senin hiç yeni ayakkabın oldu mu? Yastığının altına koyupta, sevinçten uykusuz kaldın mı? Yoksa yalnız açlık mıdır gözlerini kapatmana engel?İnanamayacağın daha o kadar çok şey var ki bu dünyada.Mesela binlerce lira harcanıp yenen yemeklerden sonra, binlerce lira verilip spor salonlarına gidilir zayıflamak için. Moda denilen bir çark vardır ki peşine düşünce, düşünceler silinir. Burada Arif amcanın cep telefonu senin bir yıllık nafakana eşittir. Ne kadar yabancı sana bu dünya değil mi? Düşlerin bile uğrayamaz buralara.Senin de düşlerin vardır elbet. Bir uçurtmanın ardından gökyüzüne umarsızca süzülebilmek mesela. Ne kadar isterdim dinleyebilmeyi, umutlarını, hayallerini. O küçük yüreğindekileri duyabilmeyi.En zengin elmas madenlerinin Afrika'da olduğunu öğrendiğimde ne kadar şaşırmıştım.Bunca zenginlik içinde böylesi sefalet!Birilerine ziynet olan o taşlar size ölüm, size zulüm olmuş.Ne zaman tektaş sözü duysam içim sızlar.O günden beri kadınlarımızın düşlerini süsleyen o taşlar yerine çakıl taşlarını tercih ederim.İçimi en çok ne acıtır bilir misin? Senin çaresiz bakışlarından da daha ziyade.Ne zaman birilerine senden bahsetsem ya onlar zaten biliyordur, ya duygu sömürüsüyle suçlanırım, yada yardım edecek durumları yoktur. Senin elini tutmamak için hep bir bahane vardır. Evin ödemeleri, mobilyanın taksidi, arabanın masrafı... Bunca ihtiyaç (!) arasında sana ulaşamıyoruz. Oysa çocuklarımızdan esirgemediğimiz harçlık seni hayata bağlamaya kafidir.. Gözlerimizi kapatıyoruz, kulaklarımızı tıkıyoruz. Görmeyince, duymayınca yokoluyorsun. Kendimizi kandırıyoruz. O güzel gözlerindeki çaresizliği okuyamayanlar, birgün mezar taşını okumayı vicdanlarına nasıl anlatırlar?Merhamet etmeyene merhamet olunmaz,unutuyoruz.Kuruttuğumuz merhamet pınarının bizi çoraklığa mahkum ettiğinin farkına varamıyoruz.Sömürülmüş, ezilmiş, horgörülmüş kıtanın siyah incisi, senin vebalin boynumuzdadır bilirim. Soframızdaki her lokmada senin de hakkın var bilirim. Bilirim ama... Nefsimiz ve ardındakinin esaretinden kurtulup, gönüllü mahkumiyetten vazgeçebilsek... Ah üzerimizdeki yaldızları silip, sade hayata bir geçebilsek...Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler varya işte onların Rableri katında ecirleri vardır.Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzunda olmayacaklardır. (Bakara 2/274)İnansak ve inandığımız gibi yaşasak Bu fotoğraflar hayat bulurmuydu?Sevgili Dostlar?A.YILMAZ 13 EYLÜL 2011
11 Eylül 2011 Pazar
“BİZİM ÇOCUKLAR DARBE YAPTILAR”
Aradan 31 yıl geçmiş olmasına rağmen hala acılarını iliklerimize kadar hissettiğimiz 12 Eylül 1980 döneminden bahsedeceğim bugün size sevgili dostlar. 1980 askeri darbesine gelene kadar neler olmuş önce ondan bahsedeyim biraz…..1970’li yıllar…. Kardeşin kardeşe, babanın oğula kurşun sıktığı dönemler. Memleketimin sokaklarına varıncaya kadar bölündüğü bir dönem. Abartmış olmam, bir evin içindeki odaların dahi bölündüğü bir zaman… Sağcı solcu diyerek bu ülkenin insanlarını önce iki guruba, sonrada inançlarını yaşayan veya yaşamayan diyerek dörde, en sonunda da Alevi Sünni diyerek de altıya sekize bölündüğü bir zaman dilimi. Belki de Türk tarihinin Lale devri de dâhil olmak kaydı ile en utanılacak bir dönemi…12 Eylül askeri darbesinden yaklaşık yüz gün kadar önceydi.Cadde ve sokak duvarlarının sloganlarla yazılı olduğu, neredeyse tüm gençliğin sağ ve sol kamplar içinde yer aldığı, geceleri silahların susmadığı, birileri tarafından kurgulanan bu anlamsız mücadelenin zirvede olduğu o günlerde 23 Şubat 1979 tarihinde Cuma namazı çıkışı Metin Yüksel Fatih Camii'nin avlusunda silahlı saldırı sonucunda şehit olmasının neticesinde sakaryada etkili bir gençik gubunun önderi olarak advas düğün salonunda şehitler gecesi düzenlemiştim o geceye istanbuldan çok kalabalık bir grup'ta o geceye gelmiş ve ilerleyen saatlerde galeyana gelip slogan ve marşlar artık en yüksek perdeden söyleniyordu mikrofonu elime alp gençlik grubunu teskin etmeye başlamştım ki polisler içerden bazı arkadaşları toplamaya başladığı andan itibaren geceyi sonlandıran anonsumu yaptım ama misafirlerimizi istanbula uğrlamak ve sağ salim sakaryayı terk ettirmek gençlik lideri olarak bana düşmüştü o misafirlerden birisi bugün'ün iktidar sahibiydi korkudan bedi benizi atmış can havliyle sakaryayı nasıl tekedeceğinin hesabı içindeydi evet polis teşkilatının sevilen müdürleri gençlik lideri olarak teminat ve sözlerime güvenerek misafir gençleri en son adapazarı haydarpaşa trenine bindirib yolcu ettik Sonra ne oldu derseniz sevgili dostlar, bu can pazarının olgunlaşmasını bekleyen şanlı ordumuzun kuvvet komutanları tarafından 31 yıl önce tamda bu gün askeri darbe yaptılar zavallı ülkemde. Güya sözüm ona kanı durduracaklar… Bir o taraftan bir bu taraftan asmaya başladılar bu gençlerimizi Amerika’nın istediği ölçüde… Sanki bu tezgâhı hazırlayan Amerika ve Rusya değilmiş gibi, birde Amerika’dan sevinç naraları atıldı 12 Eylül 1980 günü dünya kamuoyunu bilgilendirircesine. “BİZİM ÇOCUKLAR DARBE YAPTILAR” diyecek kadar pişkin bir vaziyette…12 Eylül 1980’de gün henüz aydınlanmamışken, TRT radyolarından yayınlanan İstiklal ve Harbiye Marşı eşliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama” görevini yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bir kez daha el koyduğunu kamuoyuna duyurmuştur.1970’li yıllardan 1980’li yıllara gelinceye kadar 10 yıllık zaman diliminde kaybolan gençlik yani Kaybolan nesil. Hala o günlerin utancını dahi yaşamayan bir grup ve onlara karşı bu ülkenin menfaatleri savunan ve bu uğurda yirmili yaşlarda kara toprağa girmiş bir nesil… Kara toprağa girenler kurtuldu, ya giremeyenlere ne demeli…. Onlarda ya karakollarda işkenceyle aklını yitirdi, yada zindanlarda çürümeye terk edildi…. Veya olgunlaşmasını bekleyerek bana göre tarihin en büyük hainliğini yapan o günlerin basiretsiz ve ABD güdümlü generalleri tarafından darağacına gönderilen zavallı ve masum gençlik…. Arta kalanların ise alınlarına vurdukları mühürle tüm kamu haklarından mahrum ettiği hatta açlığa terk ettiği yitik gençlik. Yazacak çok şey var aslında bu gençlik için, ama bende bu yitik neslin bir ferdi olduğum için tekrar o günlere giderek aklımı yitirmek istemiyorum… Lanet ediyorum o günlere hatta bazen kendimi kaybederek küfredebiliyorum yüreğimde yanan ve haksızlığa uğrayanların acılarının tercümanı olmak için.İşte böyle sevgili dostlar, 70’li yıllarda böyle bir nesli yitirdik göz göre, göre tıpkı Çanakkale’de yitirilen gençlik gibi. İşte bende bu yitik neslin kırıntılarıyım benim gibi onlarcasının.. O zamanda gayri resmi müttefikimiz Amerika idi ve onun maaşlı elemanları vardı bu zavallı ülkemde, şimdide Amerika sözüm ona yine benim müttefikim ve yeni işe aldıkları maaşlı elemanları görevlerinin başında….A.Y 12 EYLÜL 2011
27 Ağustos 2011 Cumartesi
22 Haziran 2011 Çarşamba
SEVGİLİ BABAM *MEHMED ALİ HOCA*
Ömrünü Kur’an’a, insanlığa ve eğitime adayan bir gönül erini…Pek çok kişinin kalbine ve hatıralarına yerleşmiş titizlik timsali bir Hak aşığı..Babam Hafız Mehmet Ali YILMAZ'ı sizelere tanıtmak isterim 28 Ağustos1926 tarihinde Sakarya ili Çaykışla köyünde doğdu. Zorlu bir eğitim sürecinden geçip TCDD 'de memur olarak başladığı mesleki hayatını TCDD Meslek okullarında din dersi öğretmeni olarak devam ettirdi.Manevi görevi ilk kez 1959 yılında Sami Efendi’den almıştı. O günden sonra üstadlarına olan muhabbeti ve bağlılığı gün be gün arttı. Bu sevda iklimini sohbetlerine de yansıtarak bütün ihvanını kucaklayan büyük bir sevgi yumağına dönüştürdü. Öyle ki kalb ameliyatı olduğu dönemin ertesi günlerinde bile “Beni sohbete götürün, orada şifa vardır.” derdi. Şayet gidemeyecek durumda olursa ihvanın kendi evinde misafir olmasını arzu ederdi.Bir meclise girdiğinde hemen takkesini başına takar, konuşmasına besmele ile başlardı. Ayrıca adab-ı muaşerete mümkün mertebe dikkat eder, ihvanını da sürekli uyarırdı.Sakarya Azizziye kültür ve hizmet vakfında yaptığı hizmetlerle binlerce hafız yetiştirmesi onun en büyük mutluluk kaynağıdır .
Ömrün her nefesinin ardından bir nefes daha tükeniyor. Geçen yılların değil sadece, geçen bir nefesin bile farkına varmak gerek.“Biribirinden mukaddes Alıp verdiğim her nefes İki dünyayı ayıran Bir ses değil, bir nefes…”Bu Pazar kahvaltısında biz evlat ve torunlarına ömrün kıymetini bilen 85 yaşındaki sevgili babam şöyle diyor. Telaşa de gerek yok aslında. Yolcuyuz biz. Yolcuysak, yolumuzu edeb içinde yürümeliyiz. Bütün mesele bu.
Efendimiz (s.a.v) “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olandır” buyuruyor. (Tirmizi) Belki ömrümüzün uzun olması elimizde değil, ama onu güzelliklerle doldurmak elimizde. Aslına bakarsanız onu iyiliklerle doldurmadıktan sonra uzun zamanlı sermaye de insana ancak yük getiriyor. Zenginlik nimetiyle azmak gibi. O nedenle çok yaşayanları değil, saçını Allah yolunda ağartanları övüyor Efendimiz (s.a.v).Hemen herkes bir gün iyi olmayı, güzel işler yapmayı düşleyerek yaşar. İyi bir şeyler yapacağızdır ama şimdi değil, daha vakti gelmemiştir. Henüz zamana ihtiyacımız vardır. Oysa insanın bu zaafını bilen Efendimiz bizi bu konuda da uyarıyor: “İşlerini tehir edenler, ileriye atanlar helak oldular, mahvoldular.” Ayrıca sadece geçmişe veya geleceğe yönelerek yaşamak, içinde bulunduğumuz anı değerlendirememeye sebep olur. Dem bu demdir. Ne yapacaksak şimdi yapmak gerek.
Evlatlarım Rabbim bana bir gün daha fırsat verdi, bu günde yaşıyorum bunu nasıl değerlendirmeliyim diye düşünmeliyiz. İnsan. Her yıl dönümünde bir muhasebe çilesi yaşamalı, insana yakışan bu. Ağzımızdan çıkan sözlerin, ellerimizden çıkan işlerin, ayaklarımızın yürüdüğü yolların, kulağımızdan beynimize ve kalbimize ulaşan her şeyin hesabı yapılmalı inceden inceye. Kolay değil bu…Evet Sevgili Baba'cığım devamla sözlerini şöyle sürdürdü .Sadece bir yıl için bile temize çıkmak kolay değil.👩 Ya birde bütün ömrün hesabını vermek.Kaç gönül yıktık, ya da kaç virane evi şenlendirdik? Kaç güzellik kattık dünyaya Allah için? İşte bunların hesabını verebilmeliyiz..İnsanlar olimpiyatlarda saliselik farklarla rekor kırıyorlar. Demek ki saliseler bile önemli insan hayatı için. Neler, ne zenginlikler sığıyor bir saniyenin içine. Ya bir ömre ne zenginlikler sığar? Sığdırılabilene…
kahvaltı sohbetinin finalindeki babacığımın sözleri bizleri çok umulandırdı aynen ifadesi şu oldu Evlatlarım Geriye dönüp baktığımızda, savrulur ruhumuz, dört bir yana zerre zerre, dağılırız çözülürüz; geçiyor, bitiyor diye günler... Tükeniyor diye birbiri ardınca sayılı nefesler diye üzülürüz. Yaşanmış nice acılar, işlenmiş nice günahlar sökün eder gelir de hatırımıza, bir an için ümidimizi kaybedecek gibi oluruz.Her nefes bir imkânken, bir fırsatken, değil binbir günahın karasını bembeyaz etmek, samimi bir tövbenin koskoca bir ömrü bile akpak etmeye yeteceğini sakın ha unutmayın oldu ..
Toprağın gecesine girmeden güne ve güneşe merhaba diyemiyor bir tohum.İnsanda toprağın gecesine girmeden ve ölmeden, mahşerin sabahına, cennetin baharına doğamaz asla.Kaç nefes kaldı, ömürden geriye?Geldik ... gidiyoruz ...şu güzelim dünyadan… Kalanlara da, göçenlere de selam olsun. Gönül niyazım budur.ARİF YILMAZ HAZİRAN 2011
13 Haziran 2011 Pazartesi
AYAKLARININ ALTINDA KÖPÜRE KÖPÜRE EZDİĞİN BİR OTLAK DÜŞLEMELİSİN
Şimdiye kadar Savaştın ve Hep Yenildin Olsun
Bir Daha Savaş ve Daha Güzel Yenil
S. BECKHET
Yaşamak fakirleştirir adamı.
Durmadan azalır, ama çoğalmazsın tutunduğun umudu bırakırsan eğer.
Deli-dolu, ipe-sapa gelmez hülyaların ve en önemlisi bir davan olmalı. Ben yürürsem birgün dağlar da yürür benimle gibi mesela.Tut ki yürüdün ve çakılıp kaldı bütün dağlar, ne çıkar?
Değil mi ki bu umudu yaşadın bir zaman, bir zaman bununla avundun, ışıdı gözlerin bir müddet bu umutla, yetmez mi?Yüreğinde de olsa bir ülkeyi fethedebilmelisin.
“Denizler durulmaz dalgalanmadan” boşuna mı yani?Boşuna mı “yiğit yarasız olmaz”?
Nedir sana bir kahpelik değdiyse, bu kahpeliği yapan sen değilsen eğer?
Yılgınlık yılkı’lara hastır. Çünkü onlar onca yükü taşıdıktan ve onca yola vurulduktan sonra, tam da hak ettikleri ve ihtiyaç duydukları anda kendilerinden bir tutam ot, bir avuç yem esirgenerek zemherinin ortasına salınıveren, ama bahar gelip her yer de yeşermişken tekrar geme ve semere dönüp gelenlerdir. Onlar yılkıdırlar, küheylan değil beygirdirler.
Ne yapmak gerek? Tabi ki beygirleşmemek.
Yani ki en ağır yükün altında bile, ayaklarının altında köpüre köpüre ezdiğin bir otlak düşlemelisin. Esas geme vurulmuşluk düşünü kaybettiğinde başlar.
Yenilmek iki ihtimalinden biridir savaşın. Anlatılacak bir hikayesi vardır ve elbette her hikayenin de bir kahramanı.
“İnsanlar savaşıyordu ve ben oturuyordum, elimde kabak çekirdeği”. Kabağın ve çekirdeğin bir suçu yok ama ne böyle bir hikaye olur ne de böyle bir hikayenin kahramanı.
Uğruna kendini adayacağın, savaşacağın velev ki yenileceğin bir şey,bir davan,bir nesne, bir kimse ya da neyse ne olmadıktan sonra nedir ki yaşamak?
Hiç kimse ebediyen kazanmaz, doğal olarak da kaybetmez ebediyen. Hiçbir şey olmaktansa bir şeydir yenilmiş olmak.Bütün bunlar bir “yaşasın yenilgi” değil.
Hiç kimse yenilmek için savaşmaz. Bütün gayreti ile kazanmayadır onun savaşı. Ucunda yenilgi olsa bile budur işte asıl kazanmak.
Umudu yenmeden, umutla yenilen adam kazanacaktır birgün elbet.
İyi bir yenilgi iyi bir aşk gibidir, efsaneleşir kendi ayarında.
İyi bir yenilgi kendisi zafer olur bazen ve allak bullak eder bütün zaferleri.
Firavunun sihirbazlarının gözünü açan Musa’nın asasına yenilgileri değil mi?
Adem’in hangi çocuğu unutur Habil’i, yenildi diye Kabil’e.
Mazlum bir yenilgi zalim bir yengiden yeğdir daima.
Umutla yenilen ama umudunu yenmeyen, iyi bir aşk gibi iyi bir yenilgi gerek şimdi bize.
Haydi birlikte tekrarlıyoruz:
Şimdiye kadar savaştın ve hep yenildin
Olsun.............A.YILMAZ 13/6/2011
7 Mayıs 2011 Cumartesi
KADINA ANNELİĞİNİ GERİ VERİN !
Kadınlar günü vesilesiyle, kadın haklarından bahsedenler, annelikten hiç bahsetmiyorsalar, kadınlara en büyük zulmü yapıyorlar. Bir kadın konuşulurken, en çok anneliği konuşulmalı. “Meclise giren Milletvekillerinin yarsısı kadın olsun, kadın erkek eşitliği sağlansın!” gibi sloganlar, başta kadınlar olmak üzere, birçok insanın kulağına hoş geliyor.Annelik neden konuşulmuyor?
Çocukluğumda dinlediğim bir merhamet hikayesinden çok etkilenmiştim. Çocuk olduğum için mi çok etkilendim, konusu anne ve evlad olduğu için mi tam olarak hatırlamıyorum.
Genç bir delikanlı bir kıza aşık olur. Genç kız delikanlıyla evlenmeye razı olur. Ancak bir şart öne sürer. “Anneni öldürüp kalbini bana getirirsen, seninle evlenmeye razı olurum!” diye şart koşar genç kız.
Delikanlı, kıza olan aşkından, diğer tüm duygularını kaybetmiştir. “Annem nasıl olsa yaşlandı. Yakında ölecek. O da benim mutluluğumu ister” düşüncesiyle, bir an önce aşkına kavuşmak için annesini öldürür. Annesinin kalbini söker. Elinde annesinin kalbiyle, sevgilisine müjde vermek için koşmaya başlar. Yolda ayağına bir taş takılır ve delikanlı acıyla yere düşer. Elinde tuttuğu annesinin kalbi dile gelir; “Bir yerin acıdı mı yavrum!”
Sevgili Dostlarım 17 Ağustos 1999 gece saat 03.02'de ve 45 saniyede oldu. Şair İsmet Özel'in dediği gibi "Ben yaşarken koptu tufan".Adapazarında Deprem olup binalar yıkılınca, Adnan Menderes caddesinde bulunan komşu binanın altında kalan bir annenin yaptığı annelikten bahsedeceğim. Genç bir anne binanın altında kalır. Binanın en ağır yeri olan, ana kolon direklerinden birisi sol kolunun üstüne düşmüştür. Karanlıkta hem korku hem de kolunun acısıyla inler genç anne. Bu esnada karanlıkta kendi yavrusunun sesini duyar. “Anne beni kurtar! Anne çok korkuyorum!” diye ağlayan evladına gidebilmek için, kolunu kurtarmaya ne kadar çabalasa da, bir türlü kolunu kurtaramaz. Evladının yalvarmaya devam etmesine dayanamayan anne, yerde bulduğu bir cam parçasıyla, kolunu kesip kopartır ve sürünerek evladını kurtarmaya gider. Bunu dünyada sadece anneler yapabilir.
Bilirsiniz etrafımızda “Korkak” kelimesi “tavuk” kelimesiyle çok kullanılır. Kendi halinde yaşayan, yanına herhangi birisi yaklaştığında hemen kaçan bir canlı olduğu için tavuklar, korkak birisiyle de “korkak tavuk” diye alay edilir. Ancak siz hiç etrafında civcivleri olan bir tavuğa yaklaşmayı denediniz mi? Etrafında civcivleri olan bir tavuğa ne bir kedi, ne bir insan, ne de bir tilki yaklaşabilir. Civcivlerini korumak için canını ortaya koyar tavuk. Bir tavuğa, tilkilere meydana okuyacak cesareti veren duygu, kadınlık duygusu değil, annelik duygusudur.
“Boşuna mı üniversite okuduk! Evde oturup çocuk büyütmeye niyetim olsaydı üniversite okumazdım!” diyen kadınlar, sadece cehaletlerini değil, zihinsel olarak nasıl sömürüldüklerini de ispat etmiş oluyorlar. Çalışan kadına karşı değilim. Ancak anneliği ihmal eden bir iş hayatının, hem anneye hem çocuklara açtığı yarayı düşünmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Dört tane çocuğuna ömrünü vermiş, eli öpülesi bir anneyi, “ev hanımı” diyerek küçümseyenlere yazıklar olsun.
Alexis Carrel, *İnsan denen meçhul* kitabıyla, 1970 yılında Nobel Edebiyat ödülü aldı. İnsan ve toplumsal yozlaşamadan bahsettiği bölümde, “Medeni dünya kadına biçtiği rolü mutlaka gözden geçirmeli. Kadınları asıl görevleri olan anneliğe döndürmek zorundayız. Aksi takdirde bugün yaşadığımız problemlerden çok daha büyük problemler bekliyor bizi!” mealinde cümleler kuruyor. Bu sözlere herkes kulak vermeli. Özellikle anneler ve kadın örgütleri…
Yıllarca iş hayatında çalışıp emekli olmuş bir annenin, yıllar önce gazetedeki bir mülakatta okumuştum gazeteye yaşadığı duyguları anlatmış. Çalışan bir çok anne benzer psikolojik acıları hem kendisi yaşıyor, hem çocuklarına yaşatıyor.Allahımın yavrum için göğüslerimde ürettiği sütün, gömleğimi ıslattığı günler aklıma geldikçe, vicdan azabı çekiyorum. Sütümden mahrum bıraktığım yavrum, mamalarla beslendi. Anne sütü kadar faydalı hiçbir besin olmadığı için, mamalarla büyüyen yavrumun bünyesinde çok sık hastalık kapar oldu. Çalışırken kazandığım paraların önemli bir kısmını yavrumun hastalıklarına harcamak zorunda kaldım. Yavrum şimdi kocaman bir kız oldu. Halen sık sık hastalanıyor. Onu ne zaman hasta görsem, gömleğimi ıslatan sütüm aklıma geliyor.”
Evet Sevgili Dostlarım .Bu sözler üzerine düşünmek, kadına anneliğini geri vermek için neler yapılması gerektiği konusunda herkes kafa yormak zorunda. Annelerini kaybeden toplumlar çocuklarını, çocuklarını kaybeden toplumlar geleceklerini kaybediyor.
“Kadına anneliğini geri verin!” diye haykırmayan hiçbir kadın hareketi bana anlamlı gelmiyor. Ezilen kadın haklarını korumaktan bahsedip, annelikten bahsetmeyen hiçbir feminist hareket bana samimi gelmiyor.
Tüm kadın örgütleri, mecliste başörtülü başörtüsüz daha çok yer almak için değil, kadına anneliğini geri vermek için yürüyüş yapmalı.ARİF YILMAZ 8/MAYIS/2011
30 Nisan 2011 Cumartesi
Bazen bir Kelebeğin ömrü kadardır Hayat... Ne Kırmaya gelir.. Ne de Kırılmaya
Sevgili Dostlarım Bir neşe fırtınası içinde geliverdim dünyaya, ola ki annem sancılar içinde acı çekse de benim günüm aydınlanıverdi güneşle, sabahın o güzel serinliğini bedenimde hissettiğimde.Tüm başlangıçların en güzelinin içinde olduğumu hissettim. Sancılara değer bir mutlulukla sarınmıştı etrafım,Önce bulanıktı baktığım her şey. Göremiyordum. Sesler duyuyor, anlamıyordum. Yüzümde ay ışığı, gözlerimde güneşin sıcaklığı vardı. Ağlıyordum ağladığımı bilmeden. Acıkıyordum acıktığımı hissetmeden. Ellerim ayaklarım bir yere varacak gibi her daim hareketli. Kimseler yanımda olmadığında bile hep gülümsüyordum. Ve o gülüş, benin etrafımda, emrimde hazır bekleyenlerin içine serin bir meltem bırakıyordum Beni her koklayışta maveraî bir huzur doluyordu gönüllerİ. Ötelerden sarınıp getirdiğim bir güzelliğim vardı. Hani dağ başlarında göz değmemiş gözeler vardır. Toprağın altından kaynar çıkarlar. Öylesine duru, öylesine berrak… Bir çoğuna el değil, göz bile değmeyen gözeler. İşte ben de o sular gibiydim. Bulanmamış, kirlenmemiş, tertemiz…Onun için kim olursa olsun, karşımdakini gülüşümle ruhunu ısıtıyordum. Herkes aynı şekilde yıkanıyordu duru bakışlarımda. Bana uzanan her ele elimi uzatıyor, onunla ayağa kalkmak, yürümek istiyordum. Çünkü ben henüz ihanet nedir bilmiyordun. Yalan nedir öğrenmemiş, çirkinliği görmemiştim. Ve bütün kötülüklerden âzâdeydim. Sarıldığım kundak gibi ak-paktı yüreğim, bakışım, gülüşüm…Koşmaya başladığımda düşüp, acıyı, elimi uzattığım sobada sızıyı öğrendim. Birçok şeyi tecrübe ederek idrak ediyordun. Fakat her şeyi yaşayarak tecrübe etmeye ne ömrüm ne de gücümün yetmeyeceğini biliyordum. Birçok bilinmesi gerekeni sorup öğrenerek ya da yakınımdaki insanları taklit ederek kavramaya çalışıyordum. Bir kış günü dışarıyı seyrettiğim pencere önündeki kuşun soğuktan titrediğini görüp, onu içeri almak için ağladığımda da merhameti öğrenmiştim.Doğumumdan ölümüme kadar öğrenmekle yükümlü olduğumu anladığımda daha fazla düşünmeye, daha çok sorular sormaya başladım. Benin için var edilmiş bunca güzellik, bunca nimet karşısında değerini ve ne çok sevildiğimi daha iyi anlıyordum. Yaratılanların en şereflisiydim.İNSANDIM
Bu yolculukta başıboş olmadığımı kavradığımda, ben niçin buradayım diye soruyordum kendime. Nereden geldim? Hayatın gayesi ne? Nereye gidiyorum? Bu tür soruları benin gibi akıl taşıyan her insan sormuştur kendine. Kimi zaman doğru kararlar vererek içimdeki dünyanın genişlediğini, kimi zaman da yanlışlara aldanıp ruhumun bir mengenede sıkıldığını hissediyordum. Çünkü hayatımın akışında her zaman yol ikileşiyordu.Sular gibi bir an durulup, sonra kendime bir mecra buluyordum. En doğru mihengin vicdanım olduğunu hissetmiştim. O, bozulmayan aslın, öz kimliğimdi. Aslından uzaklaştığımda rahatsızlık duyuyor, huzursuz oluyordum. İçimi zaman zaman kemiren, adını koyamadığın duygular benin güçlü biri olduğumu, kimseye ihtiyacım olmadığını telkin ediyor; bu hayata bir daha gelmeyeceğimi, dolayısıyla her bir zevki tatmam gerektiğini telkin ediyordu. O sese kulak verdiğim zamanlar da mutsuzluğum artıyordu.En büyük özgürlüğümün ve mutluluğumun heveslerimin tutsaklığından kurtulduğum zamanlar oluyordu.Her durumda ve zamanda beni seveni sevdiğimi düşünüyorum, hatta bu düşüncemi seslendirdiğim çok zamanlar oluyordu. Sevginin kuru bir ifade olmadığını düşünüp yine kendim bir rahatsızlık duyuyordum. Sevginin sözden ibaret olmadığının bir ispatı olmalıydı. Hani kendisini çok sevdiğimi söylediğim çocuğumun bir gün, beni gerçekten çok seviyorsan isteğimi alırsın, dememiş miydi? Seven, sevilenin isteklerini yerine getirmeliydi. Sevginin de ispatı bu olsa gerekti. Bana bunca özellikleri veren, bütün kainatı hizmetkarın hükmünde var edene karşı da bir takım görevlerimin olduğunu biliyordum. Zaman zaman bunları ifa ettiğimde hem mutlu oluyor hem de asıl görevimi yerine getirmenin huzurunu yaşıyordum.Sularla birlikte akar ömür. Ta ki son menzile varılır, öyle durulur. Sular kaynağında duruydu, saftı. Ben kundağımda… Sularla birlikte aktı hayatım. Kimi zaman bulandım kimi zaman duruldum. Akışın her anında berrak olma imkanı vardı. En güzeli “durulmadan, donmadan akmak”tı. Son kundağıma sarıldığımda ilk kundağımdaki gibi değilsem; yani geldiğim gibi gidemiyorsam vay bana,30/NİSAN/2011
22 Mart 2011 Salı
BİR ANNE'NİN GÖZYAŞLARI
Küçük bir erkek çocuk,annesine sordu: "Niçin ağlıyorsun?""Çünkü ben kadınım." Diye cevapladı annesi."Anlamadım!" dedi çocuk. Annesi, çocuğu kucaklayıp "Hiç bir zaman anlayamayacaksın!" dedi.Babasına "Baba, annem niçin ağlıyor?" diye sordu.Babanın cevabı: "Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır" oldu.
Küçük çocuk büyüdü, yetişkin adam oldu, halâ kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi.Nihayet öldükten sonra cennete gittiğinde Allah'a sordu."Allahım!" dedi: "Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar?"Allah:"Ben kadınları özel yarattım! Tüm yaşamın ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına teselli verecek kadar yumuşak omuzlar,doğumun acısına olduğu kadar doğurdukları evlatlarının nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini verdim.
Başkalarının kuvvetinin kalmadığında;devam edecek azmi,ailesinin hastalığında; yorgunluğa pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim.Her türlü şart altında,hatta kendilerini çok kötü incitseler de,çocuklarını sevmek duygusallığını verdim.
Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının yaralarını sarmalarına, sorunlarını dinleyip paylaşmalarına yardım ediyor.Kocalarını tüm kusurlarıyla sevmek kuvvetini verdim.Onlara iyi bir kocanın eşini asla incitmeyeceğini fakat bazen destek ve kuvvetini deneyecek davranışlarda bulunacağını anlayacak duyarlı bir zeka verdim.Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim...Tamamen kendilerinin sahip oldukları,ihtiyaçları olduğunda kullanmak üzere.İnsanlık için bir gözyaşı..." diye cevapladı...
Kadını güzel yapan şey ne saçı, ne vücudu,ne de kendini ne şekilde taşıdığıdır.Kadını esas güzel yapan sevgisini paylaşabilmesi,fedakarlığı, sorumluluğu, anlayışı, sadece bilgiye değil aynı zamanda kalbe de yönelik aklıdır.
Evet Sevgili Dostlarım Hüzünle titreyen gönle ince bir 'âh' dokunur. Kalbi kırık olanın kalbine "Allah" dokunur.
Bu münasebetle Allah'ın kadınlarımıza hediyesi olan göz yaşlarında boğulmamak temennisiyle selam ve sevgiler......
Arif YILMAZ MART 2011
7 Mart 2011 Pazartesi
KADIN ÜZERİNDEN DEĞERLERİMİZE VURMAK
Sevgili Dostlarım 8 Mart Kadınlar Günü, kadına verilmiş bir rüşvettir. Mütecavizin, tecavüz mağduresine taktığı takı (!) hükmündedir. Vahşi kapitalizm kadını önce sömürmüş ve metalaştırmış, sonra da sus payı vermiştir. Delil isteyen, 8 Mart 1857de New Yorkta ne olmuş ona baksın.
Kadına gün ihdas ederek cinsiyetçilik yapan mantık, kadını peşinen Dünyanın Kandıralısı ilan etmiştir. Anlayacağınız, Bölük dur! Kandıralı, sen de dur! hesabı. Kadına karşı en büyük ayrımcılık, kadını insan türü içinden çekip çıkararak ayrı bir kategori gibi sunan yaklaşımdır. Bu zevkperestliğe ve değersizleşmeye dayalı görüş, kadını şehvet nesnesi haline getirme sürecinin bir parçasıdır.
Kuran, cinsiyet değil insiyet (insanlık) merkezli bir dil kullanır. Karşılıklı hak ve sorumlulukları hatırlatır: Erkeğin kadın üzerinde hakları olduğu gibi, kadının da erkek üzerinde hakları vardır der. İyi davranışlara verilecek ödüllerin zikredildiği bir ayette Kadın olsun erkek olsun, fark etmez denilir ve eklenir: Siz birbirinizdensiniz.
Bir çift ayakkabının teki. Bu örnek cümle sağ teki veya sol teki değil, her ikisini de ayrı ayrı ifade eder. Erkek ve kadının ontolojik üstünlük iddialarına verilmiş bir cevap gibidir bu etimoloji. Bu cevabı biz şöyle de okuyabiliriz: Ey Erkek mi üstün, kadın mı? gibi boş işlerle oyalanan şaşkın! Erkekle kadın bir çift ayakkabıya benzer. Eştir, hatta eşittir, ama asla aynı değildir. İsteyen, ayağındaki kundurayı ters giysin. O zaman anlar abes iş işlediğini. Nasılsa aynıdır diye kundurasının sağını sola solunu sağa giyen, hem ayakkabıya hem ayağa zulmetmiş olur.
Kadının adı yok, peki ya değeri?
Kadının Adı Yok diyerek, kadının değerini yok eden görüşe bir nazire olsun diye koydum bu paragrafı.
Kadını evden çıkartıp, evini yıktılar. Kadını ikna etmek için, evini ona Bu senin zindanın diye tanıttılar. Bu telkine aldanan modern kadın evi terk etti. Modern kadına ev yerine önerdikleri şey ne? Sokak, cadde, süpermarket, kulüp, dernek, fabrika, daire, dükkân, ofis vesaire vesaire Ama bunların hiç biri evin yerine geçmedi. Kadın eve düşman dışarıya hayran edildi. Fakat dışarı onu korumadı. Koruyamazdı da. Onu dışarı çağıranlar zaten korumasız kalsın, savunmasız kalsın diye çağırmıştı. Onu dışarı çağıranlar, onu metalaştırmaya can atanlardı.Kadın onlar için süslendi, boyandı, pudralandı. Onlar için harcadı parasını, zamanını, hayatını. Onlar, içerden çıkarıp dışarının malı ettikleri her kadını yağlı ve bağımlı bir müşteri olarak alkışladılar. Nitekim öyleydi de. Kadın artık kazanmak için harcıyor, harcamak için kazanıyordu. Önce anneliğini unuttu. Zira kendine yabancılaştı. Zaten dışarlıklı bir hayatın yoğunluğunu hiçbir kadın annelikle birlikte kaldıramazdı. O nazenin omuzlara bu ağır gelirdi. Öyle de oldu. Yıktıkları evin yerine pansiyonu koydular. Yıktılar dedimse, damını duvarını yıktıklarını kastetmedim elbet. Bu mecazen bir yıkımdı. Evin misyonunu yıktılar.
Artık evler iki kişilik pansiyondu. Baba işe anne işe çocuk kreşe; oh ne ala memleket! Siz buna ev diyebilecek misiniz? Zaten olmadı da. Önce çocuk sayısını azaltmaya ikna ettiler. Zaten evinden çıkardıkları kadın, buna mecburen ikna olmak zorundaydı. Başka türlü yapamazdı. Kendisini dışarıdan koparak her şey ayak bağıydı. Bu çocuk için de, hatta eşinden hanımlık bekleyen koca için de geçerliydi.
Evsizliğin merkezi olan Batılı toplumlarda kadın doğurmuyor. Geçenlerde Kıbrıs Rum yönetimi her doğum için 60 bin dolar vereceğini açıkladı. Biliyorum yine ikna edemeyecekler. Çocuğu angarya gören bir kadını doğurmaya nasıl ikna edebilirsiniz. Dahası, kamu malı haline getirilmek için içindeki anne öldürülmüş olan modern kadın, fıtratın haykıran sesini, taş kesilmiş kalple nasıl duysun?
Eline köpeğin zincirini tutuşturdular ve çocuk yok, köpek olsun dediler. Modern kadın farkına varmadan köpeği çocuğun yerine koyuverdi. Çocuğun kahrına katlanmamak için evden kaçan modern kadın köpeğin kahrına katlandı. Tıpkı bir kocanın kahrına katlanmamak için evi gözden çıkaran modern kadının, kocalık sorumluluğunun hiç birini taşımayan bir sürü sorumsuz ve iffetsiz erkeğin kahrına katlandığı gibi.
Kadını değerinden koparanlar, ona fiyat biçiyorlar. Zira kendilerinde değer yok, para çok. Parayı bastırırız, alırız diye düşünüyor olmalılar.
Kadın, değersizleştirme operasyonuna kurban gitmemek istiyorsa, euzü besmele çeksin. Çeksin de yeryüzündeki şeytanlar ondan elini çeksin.
Kuranda kadınlar (en-nisâ) adında bir sure var, bunu çoğu kimse biliyor. Fakat Kuranda, Hakkını Arayan Kadın veya Hakkını almak için mücadele eden kadın adında bir sure olduğunu kaç kişi biliyor?
Bunlara neden mi değindim? Kadın üzerinden Değerlere vurmak istismardır da, ondan
KADIN
Kimi der ki kadın
Uzun kış gecelerinde
Yatmak içindir.
...Kimi der ki kadın yeşil bir
Harman yerinde dokuz zilli
Köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir.
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
O benim kollarım bacaklarım.
Yavrum, anam, karım, kız kardeşim
Hayat arkadaşımdır...
Nazım Hikmet
Ruhu şad olsun.......
Kadınlar bilirim ülkeme ait...Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak,Göğüsleri Çukurova gibi münbit...Dağ gibi otururlar evlerinde...
Limanlar gemileri nasıl beklerse; Öyle beklerler erkeklerini...Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi..._Erdem Beyazıt_
Sevgili Dostlarım 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden . Kahramanmaraş milletvekili olan değerli ağabeyim rahmetli Erdem beyazıtın Sana, Bana, Vatanima, Memleketimin Insanlarina Dair adlı şiirinden bir pasaj paylaşmak istedim ruhu şad olsun...
Arif YILMAZ 8 MART 2011
26 Şubat 2011 Cumartesi
KORKTUĞUN YALNIZLIK'TA YALNIZ DEĞİLSİN TEBESSÜM ET
Aynaya her döndüğünde, ömrünün son demlerini yaşadığını hatırlıyorsun. Kuru bir yaprak gibi günbegün sararıp soluyorsun. Ruhun ve bedenin nefes almakta zorlanıyor artık… “Bu kırışan yüz, bükülen bel benim mi?” diye soruyorsun kendine. Şimdi, görmekten hoşlanmadığın bedenin haykırıyor “Bitti, bitti!” diye. Tükeniyorsun…
Esen yelle savrulup giden hazan yaprakları gibi solgun bir yaprak olmayı tercih ediyorsun; insan olmak yerine. Öylesine ağır geliyor ki zamanın yükü, her geçen dakika daha çok telaşlanıyorsun. Korkuyorsun, her an hayatın kayıp gidecek diye ellerinden…İstemediğin yalnızlık kapında şimdi!..Farzet ki artık yalnızsın…
Bitmez sandığın gençliğinden eser kalmadığını görüyorsun. Delice harcadığın zamanlar aklına her gelişinde, yere düşürüyorsun yüzünü. Saatler senin için ilerliyor, uçup giden ve seni hiç bırakmayacak sandığın gençliğine, güzelliğine söyleniyorsun. Ama faydasız. Giden gitmiştir, üstelik hiç acımadan, vefasızca, habersizce çekip gitmiştir...Oysa ne kadar da kıymetliydiler değil mi senin için? Hiç düşünmezdin değil mi, hayatın mum misali erimeye mahkûm olduğunu ve yalnızlığın bir gün kapını çalacağını? Sen buyur etmesen de misafirin olacağını?
Farzet ki artık yalnızsın…Aynalar da artık senden yana değil. Küsüyorsun aynalara, seni yalnız bırakan gençliğine ama kimsenin umurunda değil. Geri istiyorsun kaybettiklerini, iç çekiyorsun sessizce, ağlıyorsun kimseler görmeden. Sonra… Ağlamaya bile geç kaldığını anlıyorsun.Yitirdiğin vakitler aklına her gelişinde, çaresizliğin verdiği pişmanlıkla kıvranıyorsun. Hoyratça davranmıştın hani zamana, şimdi de zaman sana hoyratça davranırsa ne yapacaksın? Yalnızlığın durakları geliyor aklına, korkuyorsun. Korkular çaresiz, sen çaresizsin. Oysa hep yalnızdın zaten. Kalabalıkların içindeyken bile yapayalnızdın...
Duymak istemeyen, kabullenmeyen sendin. Biliyordun, hazırlanmalıydın. Seni yalnız bırakmayacak olan Rabbi’ne kulluğunu eksiksiz yapmalıydın. Ya şimdi, kim yanında olacak? Son nefesinde kim giderecek korkularını?
Kim girecek seninle kabrin kuytusuna? Kim de teselli bulacaksın, mahşer kalabalığında?...Hatırla…Bencilleşen dünyanın bencillikle yoğrulan bir dişlisi de sen olmuştun. Sadece sen vardın hayatının merkezinde. Sen de aciz bir varlıkken koymamalıydın kendini hayatın merkezine. Bu kadar önemsememeliydin kendini. Seni önemseyeni tercih etmeliydin.Oysa şimdi… Vazgeçilmezlerin çoktan vazgeçmiş senden!
Seni bırakmayan ve her daim elinden tutan Yaradan’a vefasızlığın mahkûm etti seni yalnızlığa. Yalnız bırakmayacağının müjdesini de vermişti üstelik, duymak istemeyen sendin! Ve sen yalnız bıraktın, nefsinin arzularını tercih ederek; O’na götüren yolları, seccadeni yalnız bıraktın, yetimin gülüşünde saklı olan rızasını yalnız bıraktın, gecenin pişmanlığa çağıran demlerini yalnız bıraktın.Ya şimdi?... Onlar seni yalnız bırakırsa ne yapacaksın!Bak! Varlığın önemsenmiyor artık. Dost bildiklerin çoktan çekip gittiler. Oysa seni önemseyen, sana asıl dost olacak biri hep vardı. O Bir’e, O Tek’e sırtını dönen sendin…Gün sayıyorsun şimdi, yalnızlığın duraklarına. Uçurumun eşiğine getirdi de seni unuttukların, farkedemedin!
Kabir geliyor aklına. Hayatında gördüğün birçok kişi son yolculuğuna gelecek ama kimse girmeyecek seninle beraber kabre… Ürperiyorsun; hesap melekleri gelince yanına, ne yapacağını düşünüyorsun, çaresizce...
Tekrar Rabbin geliyor aklına...Eyvahlar olsun! Yeni mi hatırlıyorsun sonsuzluğun sahibini! Neden unuttun O’nu? Neden kabirde de yalnızlığa mahkûm ettin kendini? Şimdi de Rabbin seni yalnız bırakırsa ne olacak halin!
Mahşerin kalabalığında da yalnızlığa mahkûm olacağın geliyor aklına. Kabir gibi orada da mı kimsesiz kalacaksın? Öyle ya çok dostun, çok sevenin vardı. Peki, orada da olacaklar mı? Yalnız geldin dünyaya. Yalnız gideceğini neden unuttun?...
Uçurumlara sürükleyen nefsini dost mu sandın kendine? Yalnızlığın yokuşlarında, seni çoktan yalnız bıraktı oysa dost bildiklerin. Seni yalnız bırakmaması için niyazda bulunmadın hiç değil mi Rabbine?..Oysa bunu hep istemeliydin hem de hıçkıra hıçkıra. Gözyaşların şahit olmalıydı, sadece Rabbine güvendiğine ve sadece O’nu istediğine.Yalnızlığını unutturacak işlerle meşguldün hep. Unuttuğun güzellikleri görmeyecek kadar hırslandıkça hırslandın, yozlaşmış dünyada. Oysa ibretin en büyüğüne şahit oluyordun, her gün yeniden. Ölüm’dü hani adı…
Bir kefen parçasından başka hiç bir şey götürmedi gidenler. Buna rağmen maddeyle sınırladın hayat çizgini. Yazık etmedin mi kendine?...
Kardeşlik neydi? Sılai rahim neydi? Tövbe etmek neydi?... Unuttun bunun gibi daha nice güzellikleri.Dur ve düşün! Bir soluklan, nereye koşuyorsun bir bak!...
Yüzleş kendinle, dön içine. Ne kadar yararı var sana, peşinden koşturup durduğun hayatın? Hazır mısın yalnızlığa? Bir sor kendine. Seni yalnız bırakmayacak bir şeyler hazırladın mı öteye, bir düşün!Şimdi bir muhasebe yap kendinle. Hesap vermeye gitmeden, hesapla artılarını ve eksilerini. Düşün ki ömrünün son demlerindesin ve yalnızlığı yaşıyorsun. Nasıl olmayı düşlerdin? Ardına baktığında nelerin olmasını isterdin? Dürüstçe cevap ver kendine…Bir de şöyle düşün Şimdi dur! Bir de şöyle düşün…Düşün ki Rabbinin rızasını gözeterek, ömrünün basamaklarını birer birer geride bıraktın. O basamakları, seni yalnız bırakmayacak olan güzelliklerle donattın…En önemlisi de her adımında salih ameller işleyerek arkanda sarılacak birçok umut dalı bıraktın…Anneni babanı duacı ettin kendine. Ailen ve eşin senden razı. Akraba ve komşuların, senin müşfik elini bir ömür boyu hep hissetti üzerlerinde. Yetimi gözettin, fakiri doyurdun… Dinine her fırsatta hizmet ettin, edemediğinde de edenlerin elinden tuttun, destekledin.İnsanlardan uzak kaldığın anlarında, gözyaşları içinde yalvardın durdun Rabbine…O Yüceler Yücesini andın saatler boyu. Tespihin döndü durdu, dilin ve kalbinle birlikte… Nefsinin arzularına karşı bir nöbet ki bekledin ömür boyu… Şeytanı adeta çıldırttın irfanınla…Ne güzel değil mi?...“İyi ki de kul olmayı bilmişim” diyorsun şimdi kendi kendine. “İyi ki de kul olmayı bildirmişsin ey Rabbim!” diyorsun yeniden.
Umudun var şimdi. Kimseler yanında olmasa da mühim değil, Rabbin var ya! Bu yeter sana. Unutmamanın ve yalnız bırakmamanın sevincini ve huzurunu yaşıyorsun şimdi.
İyilikte kusur etmediğin, akraban, komşun, arkadaşın da vefalı sana. Çocukların, hatta torunların bile üzerine titriyor. Güzellik eden güzellik buluyor…
Ölümü beklerken heyecan duyuyorsun artık!.. Vuslat oluyor, Hz. Mevlana misali düğün oluyor ölüm senin için. Korkular yerini ümide bırakmış. Seccaden ve her günahın ardında burkulan yüreğinin tövbeleri, yalnız bırakmıyor seni, ne güzel…
Zamanı da hiç yalnız bırakmadığını farzet. Ne mutlu sana! Dakikaları saat, günleri yıllar hükmüne çevirmişsin. Şimdi onlar da gelecek ardından ve kapısını her daim çaldığın Rabbin yalnız bırakmayacak seni, müjdeler olsun!...Yalnız değilsin. Tebessüm ediyorsun, kul olmayı tercih ettiğin için insan olmaktan öte…
Arif YILMAZ ŞUBAT 2011
25 Şubat 2011 Cuma
YALNIZLIK DENEN İLLET
Sevgili Dostlarım bu blog yazımın yalnızlık üzerine olsun istedim çünkü herkesin yakındığı bu yalnızlığın ne kadar kötü olduğunu yalnız olan ve yalnız olmayanında bilmesini istedim.Yalnızlık; herkes sevgilisi ile el ele dolaşırken senin onlara imrenerek bakmandır, onlara karşı kıskançlık duygularının vermiş olduğu sözleri sarfetmekdir. Yalnızlık; cep telefonunun mesaj melodisinin sadece gsm operatörlerinden ve bankalarından gelen mesajlar dahilinde ötmesidir. Yalnızlık; normalde iki gün de giden telefon şarjının artık beş gün gitmesidir. Yalnızlık bazen o kadar çekilmez hal alabiliyor ki isyan edesin bile geliyor ama yalnızlık bazen yalnız kalmana sebep olan kişinin kıymetini anlamanıda sağlayabiliyor. Bahsettiğim yalnızlık hayatta kimsesi olmayan ne anası ne babası nede arkadaşı olmayan kişinin yalnızlığı değildir benim bahsettiğim yalnızlık; herkes sevgilisi ile el ele gezerken senin onlara bakıp iç geçirmen onları kıskanmandır. Bazen yalnızlıkdan sıkılıp bir yerlerde yalnızlığımızı bitirecek kişiyi ararız ama o kişiyi bulduğumuzda da onun değerini bilmeyip kıymetini anlamayıp yine yalnızlığımız ile baş başa kalırız. Yalnızlık birazda kendi elimizdedir çünkü yalnız kalmamıza sebep olan kişinin kıymetini anlamaz değerini bilmez isen yalnız kalırsın. Yalnızlık o kadar kötüdür ki arkadaşın sevgilisiyle yaşadığı mutluluğu anlatırken senin içinden " ulan ben neden yalnızım neden ben böyle mutlu değilim" diyesin gelir. Bazı insanlar ben yalnız kalmayı çok seviyorum desede yalnızlığını sona erdiren kişiyi bulduğu an yalnızlığın ne kadar kötü olduğunu anlar. Yalnızlığın kötü yönlerini kendimce anlattığımı düşünüyorum..Yalnızlığı ne kadar anlatırsan anlat ne kadar dillendirirsen dillendir o doğru kişiyi bulmadıkça yalnız kal. Yanlış bir insan ile aşk yaşayacağına doğru bir yalnızlığı her zaman tercih et.bu yazım tamamen dünyevi yalnızlık gelecek yazım manevi yalnızlık .Arif YILMAZ ŞUBAT 2011
20 Şubat 2011 Pazar
SİLMEK *DELETE*
silmek iki nedenle olur: bir hatayı ortadan kaldırmak için silmek, bir şeyi işe yaramadığı, fuzuli yer kapladığı için silmek. çocuk top oynamaktan gelmiştir çamurlu ayaklarıyla, yerleri kirletmiştir: hata, yerler silinir, çamur yok edilir. cam yağlı parmaklarla ellenmiştir:hata. cam silinir, izler yok edilir. göte girebilecek bir şeyler yazmıştır suser entrysinde: hata. entry silinir, göt kurtarılır. yanlış yazılmıştır kelime deftere: hata. yazı silinir, yanlış ortadan kaldırılır. işte bunların hepsi birinci tür silmeye(bir hatayı ortadan kaldırmak için silmek) örnektir. ikinci tür silme eylemi ise(bir şeyi şe yaramadığı, fuzuli yer kapladığı için silmek) genelde teknolojik aletlerde kullanılır. luzumsuz mesajları sileriz mesela yeni mesajlara yer açmak için, ya da luzumsuz programları sileriz bilgisayarlarımızdan, sabit diskimizde biraz daha alan kazanmak için.
kalpten bir insanı silmek ise iki türün kesişim kümesidir. bir hata yüzünden de silinebilir insan, tamamen anlamsızlaştığı, yeni insanlara yer açmak gerektiği için de. hata yüzünden silindiyse eğer izi kalır insanın ama, acıtır biraz; yerler silindiğinde bezde pislik kalması ve silen kişinin yorulması gibi. ama eğer anlamsızlaştığı için silinmişse insan hiç bir şey kalmaz geri, zira herşey onunla beraber ifadesizleşmiştir; cep telofonundan mesajların silindiğinde iz bırakmadan yok olması gibi. işte bu yüzden korkunçtur bir insanın anlamsızlaştığı için silinmesi: eğer silinme nedeni hataysa bir şekilde hata ortadan kaldırılıp can verilebilir yeniden arkadaşlığa ama anlamsızlaşıp silindiğinde bir insan tamamen yok olmuştur, sıfırdan alması gerekir her şeyi. sil baştan başlaması gerekir yani. hele bu anlamsızlaşma tek taraflı ise silinen kimse için bu silme fiili tam bir kabusa dönüşür, sil baştan da başlamak mümkün olmaz çoğu zaman.tanrı kimsenin sevdiği bir insan için anlamsızlaşmasına izin vermesin Silmek…silmek geçmişi bir çırpıda,eskiyi gerilemeden silmek …yaşamı yaşayarak silmek…yaşı yaşlanarak silmek….Arkadaşı dostla,Dostu düşmanla silmek..bütünü parça parça, parçayı bütün bütün silmek …hatıradan,hafızadan silmek …yazıdan kelamdan,silmek
kutsalı umarsızca;sıradanı derinden silmek…bilgileri, yargıları ,inançları silmek,sanrıları,hayalleri silmek …eskiyi yeniyle silmek…çocuğun burnunu,gencin terini,ihtiyarın gözyaşını silmek …sayfayı silmek ….hesabı silmek…kanı kanla, acıyı acıyla silmek…zamanı zamansız silmek ,sevgiyi sevgiliyle silmek…olmazı silmek, olanı silmek .silmek …varlığı gerçekliği …geri dönüşüm kutusunda saklamadan,geri dönmemek üzere silmek…ve..yeniden oluşturmak için silmek en sonunda silmeyi silmek…
Arif YILMAZ ŞUBAT 2011
KOŞUL YOK,ŞART YOK,GEÇMİŞ YOK,GELECEK YOK VAR OLAN ŞU AN......AŞK
Sevgili Dostlarım Şartsız koşulsuz sevmeler eskidenmiş. Şimdi “seni seviyorum” diyen birisi olduğunda hayatımızda aklımıza “acaba doğru mu söylüyor” gibi saçma sapan bir soru geliyor. Çünkü insanlar birbirlerine duydukları güveni kaybedeli çok uzun zaman oldu… Haliyle kim kimi gerçekten seviyor ya da sevmiyor belli olmuyor…Kendine güveni olmayanlar bir tarafta, sevdiğine güveni olmayanlar ise başka bir tarafta duruyor hayat oyununda… Herkesin içinde acıyla kavrulup,nasır tutmuş derin kişilik problemleri var. Ki zaten çözmeye çalıştıkça daha da karmaşıklaşan tam bir havuz problemi hayat… İnsanlar artık gerçekte ne istediklerini bilmez oldular… Hedefleri sığ, görüşleri dar, sevişleri ise ruhları gibi yapmacık ve korkak…Her şeyden önce özgüveni olmalı insanın. Egoları bir adım geride, mütevaziliği ise bir adım önde olmalı. Ruhu bazı şeylere çok önceleri doymuş, bünyesi sadece sevmeye ve sevilmeye aç olmalı…Gençken de koşulsuz ve şartsız'da sevebiliriz elbette… Âşık oluruz, tutuluruz birilerine. Ama gerçekten sevmeyi öğrenmek ciddi bir iştir ve zaman ister…Olgunlaşmamız, hayatı, kendimizi ve karşı cinsi tanımak gerekir, öylesine değil, adam gibi sevmek için...Kadınlar genellikle otuzlarında, erkekler ise kırklarında keşfederler gerçek sevgiyi…Ve anlarız ki sevmek, sevileni olduğu gibi kabul etmek demektir… Anlarız ki, sevilenin sevdiği her şey bizim için de sevilesidir…Anlarız ki, sevdiğimizle kesin olarak dost da olmamız gerekirmiş… Anlarız ki, sevdiğimizin özgürlüğüne, yalnızlıklarına saygı göstermemiz gerekirmiş… Anlarız ki, sevdiğiniz insanın kişiliğine yönelik eleştirilerden kaçınmamız gerekirmiş…Anlarız ki, en kısa yoluymuş sevileni değiştirmeye kalkmak… Anlarız ki, sevdiğimiz de karşılıksız ,koşulsuz sevmemiz gerekirmiş..Anlarız ki, anlamsız kıskançlıklarla sevgimizi boğmamalıymışız… Anlarız ki, hayatımıza sevgimize burunlarını sokanların o burunlarını kırıp ellerine vermeliymişiz… Anlarız ki, insan bağımlısı olmak değilmiş sevmek..Ve anlarız ki, sevmeyi öğrenmek yıllarını alırmış insanın…Sevmek de sevilmek de cesaret ister, erdem ister… Koşulsuz ve şartsız sevmek ise en başta kocaman bir yürek ister. Anlayacağınız bu işler her yiğidin harcı değildir sevgili dostlar A.YILMAZŞUBAT 2011
19 Şubat 2011 Cumartesi
GÖNÜL DOSTU ADAM
Akıl ile aşk birbirinin zıddı olduğundan bir arada bulunmaz. Aşk aklı baştan alır. Akıl ile aşk su ile ateş gibidir. Akıl suyu, aşk ateşini söndürür. Ancak bu söylediklerimizden akıl ile aşkın asla bir arada bulunamayacağı anlaşılmamalıdır. Şu bir gerçek ki akıl hesâbî, aşk ve gönül ise hasbîdir.
Gönül adamı sevgi âbidesidir. Bütün insanları; hatta mutlak mânâda bütün yaratılanları sever. Gönül adamlığının temelinde insan sevgisi vardır. Gönlünüze almadığınızın gönlüne giremezsiniz. Gönlüne giremediğinizin beynine asla ulaşamazsınız.
Gönül adamı sorgu veya ceza hâkimi, polis ya da jandarma tavrında değildir. O kötülüğü iyilikle savuşturur. Çünkü o bilir ki, kötülüğü savmanın yolu en güzel hasletlerle mukabeledir; öfkeye sabır, bilgisizliğe yumuşaklık, kötülüğe afv ile muâmele gibi.
Gönül adamı başkasını inşâ derdine düşen ama önce kendini inşâ edendir. Gönül adamının değeri yetiştirdiklerinin kalitesiyle ölçülür. Eğitmek ve irşâd etmek doğruları söylemek değil, doğruları yapmaktır. Gönül adamı karakter sâhibidir. İnsânî ilişkilerde güven sağlayan ve sevgi dokuyan sağlam karakter, dürüst ve tutarlı davranışlardır. İnsanlarda hayranlık uyandıran dehâ ise de peşinden sürükleyen karakterdir.
Gönül adamı otoriter değil, karizmatik ve rehber, buyuran değil, karşısındakini anlayan ve kavrayandır.
Gönül adamının gönlü, sofrası, kapısı ve alnı açıktır. İnsanların acılarını ve sancılarını, sevinçlerini ve sürurlarını paylaşır, iyi günde de kötü günde de, yanlarında olur. Yar olduğuna bâr olmaz. Kimseden bir şey istemez. Çünkü istemenin insanı küçülttüğünü bilir.
Gönül adamı herkese hoşlukla muâmele eder. Kusur ve günahlarından dolayı insanları azarlamaz, incitmez ve kırmaz.
Günahkâra değil, günaha kızar. Çile ve kahır çekmeyi işinin gereği gibi görür. Nitekim Mevlânâ gülün güzel kokusunu, dikene katlanmasına borçlu olduğunu söyler.
Eşrefoğlu Rûmî de der ki:
Ol dost içün âğûları
Şeker gibi yutmak gerek.
Gönül adamı hoşgörülü ve ayıb örtücüdür. Suçlama ve sorgulamayı kendine yapar, hoşgörü ve bağışlamayı karşısındakine saklar. Ayağına basana: “Gözün kör mü?” demek yerine: “Özür dilerim, ayağınızın altına basmışım” demeyi tercih eder.
Gönül adamı fedakârdır, kendisinden çok başkaları için yaşar. Gönül adamı başkalarının derdine düşendir, derd yüzünden uykusu kaçandır; hizmet yolunda mazeret üretmeyen, engeller aşandır. O işinin kahramanıdır. Derd insanın yüreğini ateşleyip enerjiye dönüştürür.
Gönül adamı çiftçi gibi ektiği tohumun derdine düşer, onu kurda kuşa yem etmez. İnsanlara ulaşmanın yolunun problemlerini çözmekten, derdlerine devâ olmaktan geçtiğini bilir.
Gönül adamı insanlarla iletişimde lügatinden “kötü” sözü ile “zann” kavramını atar. Çünkü zann, ilişkileri bozar, şeytan bu sâyede gıybet ve nemîme tohumları eker.
Gönül adamı muhâsebe kaygısı taşır. Önce varlığını, neye yaradığını sorgular. Hesap kaygısıyla hedef belirleyerek planlı çalışır. Hedef koymak, alışkanlıkların dışına çıkmak, râhatını terk edebilmek ve büyük düşünmektir. İnsanın kapasitesi koyduğu hedefler kadardır. Kaldırabileceğinden az yük taşımak da sorumluğu mûcibdir. İnsan yaptığı işten haz almak için hedefler belirlemeli ve onları aşarak mutluluğu yakalamaya çalışmalıdır. Hedefsiz, plansız ve programsız çalışma, verimli tarlaların boş bırakılması ve yaban otlarıyla dolmasına seyirci kalınmasıdır. Büyük hedefler ve büyük inançlar büyük sonuçlar doğurur. Başarılı olanlar nereye koştuklarını bilenlerdir. Çünkü ne aradığını bilen bulduğunun farkında olur.
Başarmak, insanın kuvvetlerini bir hedefe kilitlemesi ve onu elde etme sürecine girmesidir. Gönül adamı, gönülden konuşan ve insanlarla sessizce anlaşandır. Aslında sükût ruhlar arasındaki sessizce konuşup anlaşmayı ifâde eder. Çünkü söz ehli (erbâb-ı kaal) lüzumsuz lâflar eder. Öz ehli (erbâb-ı hâl) kelimesiz, sessiz konuşur. Susmakla insanların sözleri daha tesirli olur. Dilsiz dudaksız konuşmakla duygularımızı daha iyi ifâde edebiliriz.
Şâir der ki:
Sen hâmûş ol, çeşm-i giryân söylesin
Eşrefoğlu da şöyle der:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin
Gönül adamı “ben”i lügatinden çıkarandır. Ben ben diye öne çıkan benlik duygusu huzursuzluk ve fitneyi körükler. Benliği aşamayanlar etrafındaki insanları kaçırır.
Gönül adamı zamanın kıymetini bilir. İbnülvakttir, her şeyi vaktinde yapar, zamanın hükmünü gözetir. Çünkü plansız zaman, sâhipsiz ve sınırları belli olmayan mîrî arâzî gibidir. Her zaman birileri tarafından işgal edilebilir. Gönül adamı kendini yenileyendir. Yenilenmeyenin yenileceğini bilerek iletişim yetersizliğini geliştirendir. İnsanlara anladıkları dilden konuşandır. Konuşmalarında hitâbetin inceliklerinden yararlanarak heyecan uyandırandır.
Gönül adamı incinmez, incitmez, kırılmaz, yorulmaz ve darılmaz hizmete devam eder. Bir hizmetten öbürüne koşar. Rabbının: “Bir işten boşaldın mı öbürüne koş” buyurduğunu bilir. Hergün kalb ve gönül sorgusundan geri durmaz ve kendi kendine: “Bugün Allah için ne yaptın? Yaptıklarının ne kadarı Allah için?” diye sorar. Yaptıklarını azımsar ve daha fazlasına muvaffak buyurması için Allah’a duâ eder.
Gönül adamı gönlü Allah ile olandır. Allah’ın kulu ile olduğu nass ile sâbit. Önemli olan kulun O’nunla beraberliğidir. Hz. Mevlânâ bunun önemini şöyle ifâde eder: “Tevbesiz ömür, can çekişmekten ibârettir. İnsanı yaşayan ölü hâline sokan ölüm ise Allah’dan habersiz olmaktır. Allah ile olunca ömür de hoştur, ölüm de…Fakat Allahsız olan kişiye âb-ı hayat bile ateştir.
Gönül adamı hayatın zorluklarına direnmesini bilendir. Çünkü insanın hayatın fırtınalarında ne kadar yıkıldığından çok ne kadar ayağa kalkabildiği önemlidir.
Arif YILMAZ ŞUBAT 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)