19 Aralık 2012 Çarşamba

ŞİMDİ ÜŞÜME ZAMANI ÜŞÜMEK DEMEK SARILMAK DEMEK



Üşüme zamanı şimdi.
Tir tir titreme zamanı.
Güneşten uzaklaştırılan dünyanın çehresinde "soğuk" yaratılıyor sonsuz bir ustalıkla.
Öyle birden olmadı bu. Gündüzün geceye dönüşümü gibi ağır ve usul usul.
Yapraklarından soyunmuş ağaçlar, dallarında kuşlar, küçük başlarını göğüslerine gömmüşler, kanatlarını sımsıkı kapamışlar uyukluyorlar, soğuk rüzgâr estikçe tüyleri hafifçe havalanıyor sadece.
Arabaların çoğunun camları sımsıkı kapalı, sıcak hava üfleyen klimalar camları buğulandırmış. Apartmanların çatısından yükselen duman, ağır ve yılankavi bir dalgalanmayla havaya karışıyor. İnsanların ağızlarından çıkan buhar, yaşamın ilk ve son alameti olan nefesi görünür kılıyor.
Paltolarına, atkılarına, şallarına sarılıyorlar üşüyenler sımsıkı.
Artık ellerini ceplerine sokmanın ve ısınmanın sevincini buluyor insan.
Üşümenin en güzel yanlarından biri, sonunda bir sıcaklık bulup ısınmak.
Soğuk demek sanki sarılmak demek.
Sokak kedileri kuytu bir köşede büzüşmüşler, birazdan merhametli bir kalbin getireceği yiyeceği bekliyorlar sabırla. Bu da iki kalbin birbirine sarılarak ısınması demek.
Yaz güneşi ne kadar bunaltıcıysa, kışın ayazı o kadar uyuşukluğun düşmanı.
Hışımla esen soğuk rüzgârla, hayat silkinip kendine geliyor.
Geceleri, gök, dondurucu ayazda berrak mı berrak. Ayaz geceler, gökyüzünün önündeki perdeyi yırtıp atıyor.
Pencerenin bir sıcak tarafı var artık, bir de soğuk tarafı. Sıcak tarafındaki buğu üzerine kelimeler yazılıyor. Buğu geçince uçup gidecek kelimeler bunlar, tıpkı hayat gibi, geçici.
Düşler sıcak odalardan soğuk caddelere akıyor. Yüzünü asıyor zaman bir kış soğuğunda.
Parmak uçlarından saç diplerine kadar bir başka hissettiriyor kendini hayat.
Tenha sokaklarda loş ışıklar halinde dolaşıyor hayat.
Yürümeli, yürümeli, yürümeli, soğukta.
Üşümeli.
Kimi duygular ancak soğukta hayat bulur. Kış meyveleri gibi.
Buz tutan düşüncelerin yegâne şifasıdır soğukta yürümek.
Yürümeli, yürümeli, yürümeli soğukta, eller cepte, gözler uzaklarda, üşümeli.
Rahatına ve keyfine düşkünlük, eninde sonunda düşkün olduğu şeyin hışmına uğrar. Cezalar, amellerin cinsine göredir. Alkole düşkün olanın, en büyük zararı ondan çekmesi gibi.
Kim ki rahatına düşkündür, soğuktan şikâyet üstüne şikâyet eder, onu düşman beller, kendini soğuktan ve üşümekten sakınır mı sakınır. Soğuktaki nimetler de sakınır kendini ondan.
Sabahları yürüyüş önerisi yaptığım kişilerin en büyük itirazı şu olur: "Ama üşüyorum."
İyi ya işte, üşümek için yürümeli.
Soğuk, uyuşuk bedenlerin içine canlılık üfler hâlbuki.
Geçenlerde biri, birine anlatıyordu: "Bir haftadır havanın nasıl olduğunun farkına varmadığımı anladım. İşten eve arabayla geliyorum. Kapalı otoparka park ettiğim arabadan iniyorum, gün yüzü görmeden asansörle daireme çıkıyorum. Aynı şekilde, hiç dışarı çıkmadan evde arabama binip işyerime gidiyor, arabayı yine kapalı otoparka park edip asansörle çalıştığım kata varıyorum. Dışarısıyla temas etmeden yaşıyorum."
Ne hazin değil mi?
Keyif ve rahatlık uğruna, hayattan oluyor insan.
Cildine dokunamıyor rüzgâr.
Üşümeyi unutmak, iliklerine kadar işleyen bir histen mahrum kalmak değil de nedir?
Soğuktan tüylerin diken diken olamaması ne büyük kayıp.
Soğuktan büzülememek ne büyük bir mahrumiyet.
Çünkü soğuğa maruz kalıp üşümeyenler, sarılmayı da unuturlar.
Üşümeyenler, eninde sonunda üşüyenleri de unutur.
Sıcakta gevşeyen ruhlar soğukta dirileşir hâlbuki. Kışın ayazında, soğuğun bahçesine açar bazı duygular.
Kar mesela, kışın ayazında yaratılır da lapa lapa yollanır.
Soğukta daha çok düşünür insan üşüyenleri. Sokaktaki kedilere, köpekleri soğukta daha çok merak eder. Fakir fukaranın hali, şefkatine daha bir takılır insanın. Altı delik bir ayakkabı soğuk bir kış gününde delip geçer insanın da kalbini.
İçin için soğukta daha bir sızlar kalpler. Başkaları için soğukta daha çok atar.
Soğuğu unutmak üşümeyi unutmaya, üşümeyi unutmak kendini unutmaya, kendini unutmak başkalarını unutmaya götürür insanı.
Üşümeyen, üşüyenlerin halinden anlamaz.
Üşüyenlerin halinden anlamayan, eninde sonunda kendini de anlamaz.
Kendini anlamayansa, hiçbir şeyi anlayamaz artık.........A.YILMAZ 19 ARALIK 2012


9 Aralık 2012 Pazar

İŞTE MİMAR SİNAN'IN ÇILGIN PROJESİ ~Şemsi Paşa Camii ~(Kuşkonmaz Camii)











İstanbul Üsküdar'da yer alan bu camiiye kuşlar konmuyor. Acaba niye? Gerçek ismi Şemsi Paşa Camii. Diğer adıyla "Kuşkonmaz" Camii...Onu diğer tarihi eserlerinden ayıran ise "çılgın" bir projesinin olması. Söylenenlere göre, camiye "Kuşkonmaz" denmesinin sebebi var Fazlasıyla titiz bir kişi olan Şemsi Paşa, Sokullu Mehmet Paşa ile rekabet halindedir. Zaman zaman şakayla karışık atışırlar.2. Selim ve 3. Murat döneminde sadrazamlık yapan Sokullu Mehmet Paşa'nın Azapkapı semtinde yaptırmış olduğu bir cami vardır.O cami ile ilgili sohbet anında Şemsi Paşa, Sokullu'ya ithafen der ki, "Efendim bir cami yaptırmışsınız. Ama kuşlar caminizi kirletmiş pisletmişler."Sokullu da, "Efendim, Allah'ın yarattığı mahlukattır. Olur böyle şeyler der."O gün sohbet meclisinde konu kapanır.O an kapanır ancak, gün gelir Şemsi Paşa cami yaptırmak ister. Hatırına ise o sözleri gelir.Şemsi Paşa, "Eyvah" der. "Ne yapacağız?" Çözüm her zamanki gibi Mimar Sinan'dadır.Mimar Sinan'a gider der ki, "Efendim böyle bir cümle ifade ettik. Üzerinde kuşların uçmayacağı bir semt var mıdır?"Mimar Sinan da "Efendim var öyle bir semt" der. Koca Sinan konuşturur ilmini.Kısa bir araştırmadan sonra kuzey-güney rüzgârlarının kesiştiği noktayı bulur. Dalgaların kıyıya çarpmasıyla meydana gelen titreşimleri inceler ve camiyi yapmaya karar verir."Üsküdar'ın kıyısında kuzey ve güneyden rüzgarların kesiştiği bir noktada dalgalarında hemen kıyıyı dövdüğü bir noktada çıkan sesten kuşların rahatsız olacağı bir köşe var. İşte oraya caminizi inşa edebiliriz" der Boğaz'ın kenarında kimi zaman serin, kimi zaman ılık ama hep rüzgar alan, kimi zaman kızgın dalgaların duvarlarını dövdüğü camii işte böyle ortaya çıkar.Kuşkonmaz Camii hala ayakta ve Üsküdar'ın simgelerinden biri..Sizinde birgün yolunuz düşerse "Kuşkonmaz Camii ne" uğrayıp bir namaz kılmanızı tavsiye ederiz. 1580 yılında ibadete açılan bu cami yaklaşık 430 yıldır. İbadet hizmeti vermekte olup 430 yıldır. bahçesine kuş konmamıştır. Efendim, bilmeyenler ve merak edenler için bilgiler bu şekilde. Bizlere de tekrar görmek nasip olur inşaallah.  Selam ve Dua ile....ARİF YILMAZ 09 ARALIK 2012

19 Temmuz 2012 Perşembe

KALBİMİZİN EN GÜZEL DURGUN KOYU






Çalkantılı dünya denizinde gönül gemimizin yılda bı ay sahiline vardığı rüya ile gerçek arasında bir adanın ismidir ramazan. Dünyada sürüklenmekten yorgun ruhlarımız orda kurtuluşa erer, huzuru teneffüs eder. Orada dünyayı ve dünyanın telaşını uzaklarda bırakır, arınmışlığı hissederiz. İster hayatta ister dar-ı bekaya göçmüş olsun; kalbinin sesini duymak, yüzünün nurunu görmek istediğimiz, özlediğimiz herkesle o adada buluşur hemhal oluruz. Serçelere duyduğumuz şefkat, karıncalara duyduğumuz merhamet, bulutlardan kopup gelerek yüzümüzü okşayan rahmet hep oradan eserek gelir ve diriltir içimizi. Kervanlar oradan taşır uzak diyarlara, dünyaya; rikkati, uhuvveti.Ramazan'ın selamladığı şehirlerde yetimlerin saçları arasında kutlu bir el dolaşır yoksulların sofrasına saadet misafir olur, kimsesizlerin kapısında sıraya girer ramazanı kuşanmış yürekler. Onunla fani ömür içerisinde bir kez daha karşılaşmak şükürlerin en büyüğünü gerektirir.Onunla her şeyin rengi değişir, rayihası farklılaşır, gecelerin karanlığı dahi bağrında bir nur; yarışır iftar vakitlerinin aydınlığı ile. Cennetten süzülüp gelen bir esinti dolaşır sokak aralarında, parklarda, dağların yamaçlarında. Her ramazan öncesi özlediğimiz hissetmeye çalıştığımız ve her ramazanda içimize dolan cennetten gelen bu esintidir aslında Sofradaki iftar aşı sokaktaki insanların saf ve temiz telaşı iftar saatlerine mahsustur Kandil ışıklarıyla vakti her geldiğinde Cami bahçelerinden kaldırımlara taşan seccadelerin üzerinde kılınan teravih namazlarıyla yüzümüzü okşayıp kalbimizi titreterek geçer ramazan serinliği.Işıltılı bir pınar, duru bir ırmaktır ramazan kana kana suyunu içtiğimiz, berraklığında arındığımız ve yeniden hayat bulduğumuz. Kuruyan yapraklarımız o suyun iksiriyle hayat bulur çatlayan kalbimiz o iksirle giderir susuzluğunu.Zaman yalnızca iftar topuna ayarlıdır. Dünyanın telaşı bitip de kalbimiz durgun sularda sakin bir kuğuya döndüğünde hatırlama ve hatırlanma vaktidir ramazan.Rmazanda kapısı çalınmayan, eşiğinden içeri misafir atlamayan, çalacağı kapısı olmayan ve ziyaretine gideceği bir mezar dahi bulunmayan kimse gerçekten yalnızdır yeryüzü gurbetinde.Hani sebepsiz ağlayan biri iseniz saklamanıza gerek yoktur gözyaşlarınızı ramazan gecelerinde; zira sebebi sorulmaz gecelerde dökülen gözyaşlarının..Bazen Eyyub gibi sınanır ve yaralarımızdan kurtuluruz o günlerde bazen Yakup gibi hasretini çektiğimiz Yusufumuzu kucaklarız, fer gelir gözlerimize. Bazen Âdem gibi cennetimizde yitirdiğimiz Havva’yı yeniden buluruz,  yeryüzü sürgününde… Onca kıssa yalnız bizim yazgımızda tekrar etmez; kurt kuş, börtü böcek, bulut çiçek, dağ taş dahi cüssesince aynı hal üzre yürür ve benzer kapılardan geçer; bulutun yağmura döndüğü, ağacın meyveye durduğu, kelebeğin güneşi selamladığı, çiğdemlerin topraktan başını uzattığı, turnaların vatanına vardığı, ırmakların okyanusu bulduğu zamandır ramazan.Küskünlüğün, düşmanlığın içeri alınmadığı, her burcunda ebediyet arzusuyla işlenmiş bayrakların dalgalandığı bir kutlu şehir, bir mübarek ülkedir RAMAZAN...............Arif YILMAZ  19/7/2012





24 Haziran 2012 Pazar

*İRİ FINDIK KABUĞU*





Bir fındık kabuğunun ihtişamlı iri görünümüne aldanıp,bir hevesle davranmayacaksın içindeki iri fındığı yemenin hayaliyle:) Çünkü içinden ne çıkacağı belli olmaz,o iri görünümünün ardında kof çıkma,mincik bir fındıkcık çıkma yada içi çürük çıkma gibi olasılıklarla karşılaşabilirsiniz. Tıpkı hayat gibi,hayat bize her şekliyle her haliyle öğüt vermekte.Bugün hevesle vede çok severek yediğim taze kabuklu fındıkları dişlerimle kütürdetirken bana düşündürttüklerinde olduğu gibi.Yada bugün  arkadaşımın verdiği DVD filmi izlerken, filmden aldığım ders gibi; ''ölmeden önce ölebilmeli'' demiş alimlerimiz,velilerimiz,Hz'lerimiz...bu filmi izlerken de , karakterlerden biri filmin sonunda ölüyordu.Birçok filmde olduğu gibi ölen karakterle birlikte insan oğlunun kendine dönüş süreci başlıyor.İşte dedim bu da onlardan biri. Ama neden? illa biri ölünce anlıyordu? ölmeden öldürtmeden ,yaşarken de ölünebilirmi hayata? daha ÖZsel bir hayat yaşamak adına.Bu gün yine bir arkadaşımın  face sf sında gördüğüm"HERKES ÖLÜR AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ" RAPUNZEL' in sözü gibi. İşte bu söz de,izlediğim film de,hatta bugün yediğim taze kabuklu fındık da bana şunu söylüyorlardı sanki; Hayatı yaşamak,hayatı hayatla yaşamak,ÖZle yaşamak. Ölebilmek ölmeden önce tüm nefsanevi dizginsiz yaşamlara. Öldürtmeden anlayabilmek bir çok şeyin kıymetini, yaşarken hayatın kıymetini her anıyla elinde tutabilmek. Hayatı dolu ve içten yaşayabilmek,iri görünümlü ama içi de dolu taze kabuklu fındık gibi :) Aldanmamak görünüşlerin boş safsatalarına, ÖZ e yönelip tadına varabilmek hayatın içtenliğine ,bir fındık tanesi misali. vede aldırmamak,gülümseyip gecebilmek bir fındık kabuğunu dahi doldurmayan minicik sorunlara yada her sorunu minik dünyamızın kabuğunu doldurmayan sorunlar olarak görüp gülümseyebilmek kendi mucizevi minik dünyamıza...ARİF YILMAZ 24/06/2012

*HER GÜNÜN IŞILDAYAN SABAHINDA PIRIL PIRIL GÖZLERLE YENİDEN DOĞMAK*



Sevgili Dostlarım.İnsan bazen hüzünlü olur, bir acı demirler hayatınıza ve öylece kalır yüreğinizin sahilinde! Aslında böyle zamanlarımda kendimi toparlayıp bir şeyler karalayamam, fikir dağınık, imla her zamankinden daha kötü. Ama olsun burası benim sığınağım değil mi, kime ne değil mi hatalarımdan..
Şu sıralar kelebekleri, ipek böceği konularını okuyorum.Ne çok cahilim Ya Rabb..Öğrenmenin sonu yok! Çocukken mahallede kozasındaki tırtıllarla uğraşırdık. Ben haylaz bir çocukluk geçirmedim. Öyle sinek kanadı koparıp, Çin işkencesi yapanlardan değildim. Tırtılları yaprakla beslediğimizi hatırlıyorum. Ne zaman kelebek olup uçacaklar diye hergün nöbetteydim..
Kendi kozalarını örerlerdi hayal meyal hatırlıyorum.Sonra kendi vücudunun etrafını örüyor ve derken tırtıl olarak girdiği dünyadan kelebek olarak uçup gidiyor..Ve oldum olası kelebekleri çok sevdim.
Tırtılın yaşam süresi galiba kanatlanan kelebek olduktan sonra çeşidine göre çok daha az oluyormuş.Hatta öyleleri varmışki kelebeklerin, ağız/hortumları bile yokmuş. Zira kelebek olunca çiftleşme görevini nesli için tamamlayıp ve çiçeklerin güzelliğinde uçmaktan sarhoş olsa gerek, acıkmaya zamanı olmadan göçüp gidermiş..Yani bizim kelebek olarak gördüğümüz hali, yaşamının son zamanları!
Üzülürdüm kelebeklerin ömrüne düne kadar, varlıklarıyla bize gösterdiklerini anlayana kadar. Meğer her güne ölebilmeyi gösteriyorlarmış tüm güzellikleriyle. O yüzden bu kadar özgür uçabiliyorlarmış. Biz ömürlü insanlara, ölmeden önce ölebilmenin güzelliğini, özelliğini simgeliyorlarmış pır pır uçan ışıltılı renkleriyle. Dokununca toz olup uçuşan, grileşen solan renkleriyle de; dokunulmazlığı, sahiplenilmezliği gösteriyorlarmış, her şeyiyle özgürlüğü yaşayarak. Kanatlarının narinliğiyle, dokunduğunda yok olan o eşsiz renkleriyle, BİR güne yaşayıp BİR güne ölmeleriyle, biz ömürlü insanlara güzelliğin sırrını açıklıyorlarmış meğer. Biriktirmeden olumsuzluklarını, tüm olumsuzluklarına ölebilmeyi gösteriyorlarmış tüm naifliklerinde.
Belirlenimsizliği gördüm, bir kelebeğin kanadının renklerine elleyince, elimde dağılıveren grimsi toz zerrelerinde. Anladım ki hayatta bir şeyleri belirlemeye, sahiplenmeye kalktıkça, tıpkı elinde dağılıveren grimsi toz zerreleri misali uçup gidiveriyor dokundukların.
Ben de kendi bedenimi bazen tırtıla benzetiyorum! Birgün, bir an gelecek ve kelebek (ruh) olarak uçup gideceğim..Tırtıl gibi kozamızı kendi bedenimizi örüyoruz yapıp ettiklerimizle..Kendi günlerimizi tüketerek..
Sürünen bir tırtıl olmaktan kurtulup, özgürce amacı için uçan bir kelebek midesini düşünmese gerek. Nasılsa tırtılken oburca dut yapraklarını yeterince yemişti..İpek böceği üretimindeki vahşete hiç girmeyeceğim..
Bedenim bir tırtıl, ahirete uçmak üzere olan bir kelebek..Dünya kozasında doymak bilmez nefsimi dut yaprağı misali besledim durdum, belkide tırtıl gibi kabir kozasına konuyoruz, orada kanatlanıyoruz ağırlıklarımızı atarak!
Bazen sorarız ya, şu neden yaratıldı ne faydası var diye..Kelebeklerin faydalarını hiç bilmesek bile bu tefekkür için yaratılmış olmaları bile az şey mi?İpek için kaynar suya atılarak yok olan tırtıllar, geride pahalı ipekler bırakıyorlar.Biz geride ne bırakıyoruz?
Sonbaharda bizi terkeden son kuşlara bakarken neler hissediyoruz?Farketmiyoruz bile şu mekanik yaşamda..! Bir kelebeğin ömrü kadar bile olsa, aşklar yaşadık mı bizi ağlatan?Kelebeğin ömrü kadar da olsa yaşanılanlar, bir ömür boyu iz bıraktı mı, unutulmayan?
Kelebeğin kanatlarındaki desenleri çizene layıkıyla kul olabildik mi? Kainat sarayında bir geçit töreni gibi gözlerimizin önünde arz-ı endam eden yaratılmışlarda O'nun (cc) mührüne nakşına hayran birer aşıklar olabildik mi?
Zerreden kürreye gören bir gönle sahip olamadan kanatlanmak ne acı..
Allah'ı bulamadan dünya kozasını terkediş ne acı..!
Ya günahlarla kabir kozasında kaynamaya terkediliş!
Bugün Pazar içimde ayrı bir hüzün, tüm kaybedişler kapıma dizilmiş gibi..Kelebek kelebek uçuşurlarken, duyduğum bir sesle haykırdım kendi kozamda:
Allah merhametini 100'e böldü, yalnız 1'ini dünyaya indirdi. Anne yavrusuna o merhametle bakar, mahlukat o şefkatle birbirini sever..Öyleyse ümitsiz bir kelebek olmak yok dedim kendi kendime. Ne aşk için, ne kulluk için, ne günahlar için..Öyleyse yeni duymuşcasına bu hükmü, ''kurtulduk'' diye içimde haykırdım. Nede olsa imanımız ve aklımız var şükürler olsun." gevşemeyin,üzülmeyin,eğer hakikaten inanıyorsanız,muhakkak üstün olan sizsiniz." işte ayet..
Her günün sonunda ölüp,yeni bir sabaha yeniden doğan sonsuz renkli kelebek gibi AN’nın güzellikleriyle birikmiş BİR günün tadıyla yaşayıp, ölebilmek bu günün sonunda. Yattığın yatağın yastığında bırakıp bedenini, ruhun sonsuzluğunda yaşarken arınıp, her günün ışıldayan sabahında, pırıl pırıl gözlerle yeniden doğmak.
Durun bir de şairlik yaparak noktalıyayım, ''An gelecek, inanmış bir kelebek olarak uçup gideceğim gül kokusu diyarlara..Görmeseler de gülümseyeceğim, ardımdan ağlayacak dostlara''ARİF YILMAZ 24/06/2012

4 Haziran 2012 Pazartesi

NEFESİN OLURUM



 
Rüzgar bir odayı dolduracaksa önce pencere pervazını okşarmış.Bir sabah serinliği yakalarsa ensemizden.Gün yüzünü döndürürken göğüsüme sıcaklığını bırakır.Bakışlarımız çarpışır yüzünün çizgilerinde kayıp giderken ben.Zaaflarını soyarım ellerimle, Sen korkularını çıkarırsın bedenimden. Göğüs kafesini alçaltıp yükselten bir heyecana karışır kokularımız.Çıplaklığım utandırmaz seni alnına değen dudaklarım kadar.Çiğ damlası gibi dökülür terin vücuduma.Dinginlik kaplar ruhumu. Sabah sessizliği ..sigara dumanında .Çay koyarsın.Sokaktan aldığımız bir simit belki yarım yamalak bir kahvaltı sonrası. Gri bir gök güzü.Cama vuran yağmurun sesi en sevdiğimiz şarkı olur düşer dilimize.Gülüşün doldurur odayı.Sen olur her şey.Üzerine uzandığım kanepe, vucudumdaki nem, rutubet kokusu..Ve ben sadece nefesin olurum dolanırım senin karanlık dehlizlerinde..Bu kadar sade.Bu kadar cesur.Bu kadar özlem doluyum :))seninle..A.YILMAZ 04/06/2012

27 Mayıs 2012 Pazar

DAVA !


Bizim gençlik yıllarımızda bir şarkıcı İbo vardı, tombul bir adamdı. "Benim balonlarım vardı" diye de bir çocuk şarkısı söylerdi.
Biz, balon yaşını geçmiştik çoktan... Bizim de "davalarmız" vardı o yıllarda. Dava sözcüğünün bizim kuşakların hayatına paralel bir hayatı oldu.
Yetmişli yıllarda en çok kullandığımız kelimelerden biriydi dava...
Herşey dava içindi.. Ömrümüz de ölümümüz de... Bizden öncekilerin bize bıraktığı en değerli mirastı dava!...
Davalı şairlerin, yazarların varisleriydik biz...Davaları yüzünden haklarında açılmamış dava bulunmayan davalı şairler, yazarlar...
Devletin kendilerinden daima "davacı" olduğu davalılar...Davaları yüzünden ömürlerinin yarısın mahpuslarda geçirmiş adamlar...
İşte bizler, yetmişli yılların gençleri bu davalı adamların davalarına gönül vermiştik.
Sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz çoğu zaman "dava" üzerine olurdu.
Biz öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmuş bir davanın erleriydik.
Davamızla birlikte ayağa kalkmak istiyorduk; yüz üstü çok sürünmüştük çünkü...
Davamız uğruna dayaklar yedik... Kapılardan kovulduk... Zaman zaman biz de öncekiler gibi devletle davalı duruma düştük...
Dava tek/Ölmemek/Peygamber/ Ne haber" olanlara karşın bizim, "hor, öksüz ama büyük bir davamız vardı.
Yıl seksen olduğunda davacı devlet bütün davalıların üstüne yürüdü... Darbeyi yiyen "köksüz davalar" ezildi... Ama bizim öksüz davamız dimdik ayakta kaldı...
28 Şubat'ta denediler sarsıldık ama yıkılmadık...
Sonunda davamızı iktidar yaptık... İktidar yapmakla kalmadık "muktedir" olması için de çok uğraştık.
Sonunda bu da oldu ama "dava" sözcüğü de sarardı soldu; dağarcığımızdan silindi gitti...
Artık dilimizde "dava" yok... Dava konuşmuyoruz, davadan konuşmuyoruz...
Hep dünyadan, hep dünyadan konuştuklarımız...
Sahi bizim davamız neydi? A.YILMAZ 27 MAYIS 2012

8 Mayıs 2012 Salı

İSTASYON VE TREN'İN AŞKI






Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.
Belki de bu yüzden trenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.
Evet, bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tren yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.
Dünyaya düştüğünden beri her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir rind ü şeydadır kara tren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan yollarda.
Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.
En bahtiyar gönülleri bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen bağrıyanık bir sevdazedenindir.
Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.
İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak, yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı, beklemeyi sabrı en iyi o bilir.
Her bahar komşu akasyaların iğdelerin çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara, ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.
Biraz gecikse trenin gelişi yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını. Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.
Herkesten önce o hisseder trenin yaklaştığını. Sevinçten heyecandan çarpan mahcup kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır.  Trenin sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…
Yorgun tren, istasyonun tam da kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini seyreder, istasyon trenin pencerelinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci giderken ardından sürükleyerek götürür tren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan ayrılmak istememesi, bin bir naz ile zorla yola koyulması, her dem sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.
Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…
İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.
Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.
Gurbet dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir.  Hissederiz lakin anlayamayız.
Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya ağaçlarının gövdelerini yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru.  Bu yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.
Eğer siz de içinde istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda. A.YILMAZ...08/05/2012


4 Şubat 2012 Cumartesi

DİNDAR BİR NESİL'Mİ ? YOKSA GANİMET PEŞİNDE KOŞAN BİR NESİL'Mİ ?

Bana öyle geliyor ki Türkiye’de gitgide yaygınlık kazandığı söylenen muhafazakârlaşma gerçek manada bir dindarlaşma ve müslümanlaşma tecrübesinden öte, temelde AK Parti iktidarıyla ilintili yapay ve sanal bir dinîleşme olgusuna tekabül etmektedir. Daha açıkçası, bu olgu bir yönüyle ya da en azından belli ölçüde, memurundan amirine, medyasından bürokrasisine kadar devletin/ülkenin hemen her sathında ve katmanında, şu anki siyasal iktidar sahiplerinin dünya görüşlerine paralel bir görüşe sahip olma meramını anlatma ve böylece farklı beklentiler adına iktidar gücüne bir nevi yaranma gayreti şeklinde görünüyor; Evet, son yılların Türkiye’sinde dinden çok söz edildiği inkâr edilemez bir gerçek. Dahası, din her geçen gün ülkede çok daha fazla söze konu oluyor. Tabir caizse her taraftan vaaz, irşad ve nasihat yağıyor. Bu arada hakikat ile hurafe de çok kere birbirine karışıyor.insanımızın dinden ne anladığını ve dolayısıyla muhafazakârlaşma denen şeyin aslında Oruç Baba’da sirkeyle iftar açma âdetinin gitgide yaygınlaşmasından ya da Hırka-i Şerif ziyaretinde ağlayanların her geçen yıl artmasından daha derin(!) manalar taşımadığını gösteriyor. Kısaca, her geçen gün din ve dinîlik daha fazla söze mevzu teşkil ediyor ve fakat onca söze rağmen gerçek manada dindarlaşma/müslümanlaşma lehinde temel ve özsel bir değişim/dönüşüm gerçekleşmiyor. Diğer taraftan, ülkedeki siyasal iktidarla İslam arasında kurulan pozitif ilişkinin dinî alanda tuhaf bir rehavet ve gevşeme hâli yarattığı da söylenebilir. Bize göre bu gevşeklik daha ziyade eskinin siyasal İslamcılarına arız olmaktadır. Zira öteden beri siyasal İslamcılığın İslam’la ilişkisi varoluşsal ve özsel olmaktan çok ideolojik düzlemde iktidarla koşullu ve suri nitelikli olduğu için, bugün kıyısından köşesinden maddi iktidara tutunmuş ve iktidarda bulunmuş olmak ister istemez rehavet ve gevşemeye yol açmakta, en nihayet geçmişteki radikallikler şimdilerde farklı tonlarda liberalliklere evrilmiş olmaktadır. Ayrıca bugün çokça tanık olunan manzaralardan biri, siyasal iktidarın yarattığı imkânlardan daha fazla yararlanma çabası şeklinde kendini göstermekte ve bu yöndeki çabalar kimi zaman Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu dönemdeki ganimet (enfal) kavgasını akla getirmektedir.
Kimilerince mücahitliğin müteahhitliğe evrilmesi diye ifade edilen bu süreçte, hâli vakti yerinden olan müslüman zümrelerin erkek kesiminde liberalliğin, kadın kesiminde ise feministliğin gitgide yaygınlık kazandığı gözlemlenmektedir. Ayrıca geçmişte fakirlikle boğuşan müslümanların şimdilerde zenginleşmesinin dinî yorum alanında da ilginç değişimlere vesile olduğu görülmektedir.Gelinen bu noktada, geleneksel ve kültürel İslam’ın her geçen gün revaç bulması “din kitlelerin afyonudur” sözünü akla getirmekte ve mevcut durum bu sözü belli ölçüde haklı çıkarmaktadır. Ayrıca dinde ritüel ve şekil boyutunun daha çok önemsenir hale gelmesi, manevi-derunî boyutuyla ilgili ihmaller ve ihlallerin kamufle edilmesi gibi bir işlev de görmektedir. Keza son yılların Türkiye’sine damgasını vuran ve iç bünyede Sünnî İslam’ın en dar yorumuna sahip çıkılmasına mukabil dış veçhede dinler-arası diyalog gibi son derece riskli projeleri hayata geçirme yönündeki çabalar da sonuçta genetik şifresiyle oynanmış bir müslümanlık ihdas etmeye müncer görünmektedir. Netice itibariyle, günümüz Türkiye müslümanlığındaki umumi hava ve manzara, “yes’elûneke ani’l-enfâl” (Ey Peygamber! Sana ganimet konusunda rahatsızlıklarını dile getirenler var.) diye başlayan Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu tarihsel vasatta yaşananlar ile müslümanların Huneyn savaşında kalabalık olmakla övünme hallerini anımsatan bir rehavet, kibir ve şımarma hâlini akla getirmektedir.Vallahu a’lem.Veselam A.YILMAZ 04/ŞUBAT/2012

2 Ocak 2012 Pazartesi

DÜŞMEYE HAZIRMISINIZ ?

Dünyanın neresinde olursa olsun yürümeyi becerebilene kadar bir bebek ortalama 200 defa düşer. Buna rağmen bırakmaz mücadeleyi, emek vermeyi, gayret göstermeyi. Ümidini kaybetmeden, inancını yitirmeden tekrar tekrar kalkmaya çalışır ve düşe düşe artık düşmeden yürür olur.

Başlangıçlar var hayatımızda ve bitişler ya da biteviye bir şeylere devam edişler. Yokuşlar ve inişler var. Düzlükler ve engebeler var. Kolaylıklar ve zorluklar var. Ancak her nerede, ne konumda, ne yaşıyor olursak olalım bilmemiz, kabul etmemiz ve yaşamamız gereken bir gerçek var: Yokuşlar, engebeler ya da zorluklarla karşılaştığımızda düşersek kalkacağız…

Dünyaya gelir bebek; bakar, görür, tanır, anlar. Zaman içerisinde doğası gereği daha net, daha çok, daha güzel görmek ve anlamak ister hatta buna ihtiyaç duyar. Bunun için de yürümesi lazımdır emeklemesi değil. Ayağa kalkmaya çalışır bebek ve düşer. Tekrar kalkar ve tekrar düşer. Tekrar kalkar ve tekrar düşer. Dünyanın neresinde olursa olsun yürümeyi becerebilene kadar bir bebek ortalama 200 defa düşer. Buna rağmen bırakmaz mücadeleyi, emek vermeyi, gayret göstermeyi. Ümidini kaybetmeden, inancını yitirmeden tekrar tekrar kalkmaya çalışır ve düşe düşe artık düşmeden yürür olur. (Büyük oranda)

Bu dünyada yaşayan, yaşamış olan ve yaşayacak olan her insanın hayatında mutlaka ama mutlaka düşüşler olmuştur/ olacaktır. Hayatın kuralıdır bu, olmazsa olmazıdır. Yağmurun yağması, güneşin açması, kuşların ötmesi gibi gerçek ve doğaldır. O yüzden mesele değildir düşmek. Mesele düşüp kalkmaktır, Nasıl yağmurun hep yağması, güneşin hep kalması, kuşların hep ötmesi büyük bir sorun olursa düştükten sonra hep öyle kalmak, kalkmamak da öyle büyük bir sorun olur. Düşen kalkmak için düşmelidir, kalmak için değil.
Mesele değildir düşmek. İnsan bir şekilde düşecektir illa ki. Ancak her düşüşünün ardından bir şeyler öğrenir/ öğrenmelidir. Öğrendikleriyle de bir sonraki düşüşünü bir öncekinden daha güzel yapmalıdır ve kalkmalıdır. Kişiliğine, gelişimine ve öğrendiklerine göre de azaltmalıdır düşüşlerini süreç içerisinde ve belki bir gün olur ya küçük bir ihtimal de olsa düşmez olur bir daha.
Mesele değildir düşmek. Mesele vazgeçmektir, yorulmaktır, bırakmaktır. Karamsarlığa kapılmak, ümitsizliğe düşmektir. “Artık olmaz”, “daha kalkamam”, “enerjim yok” demektir.. Nefes aldığımız sürece inancımız olmalıdır. Nefes aldığımız sürece ümidimiz olmalıdır. Nefes aldığımız sürece enerjimiz olmalıdır. Aynı Zarif şair gibi. Ne demişti o: “Hayır kalbim, Yorulmadım hayır hayır, Yıkıl daha”
Evet Sevgili Dostlar.  Bebeklerden ders biçelim kendimize ve yürümek istiyorsak bu hayat yolunda, hazır olalım düşmeye…Arif YILMAZ  02/01/2012