22 Şubat 2016 Pazartesi

GÖR BAK NELER OLUYOR......



Ülkemizde, coğrafyamızda, Ortadoğu’da; kısaca İslam Ülkelerinin olduğu her yerde...
Kanada'da bir ülke olsa idi Türkiye, dini de başka bir din olsa idi emin olun bunların hiçbiri olmazdı. 
Öncelikle içinde bulunduğumuz coğrafya ateşin, sıcağın, hesaplaşmaların olduğu bir coğrafya. 
Buralarda sıcağın derin olacağı, ateşin yakıcı olacağı, tarihler öncesinden zaten biliniyor.
Çünkü adınız İslam ve dininiz sadece ahiretten bahsetmiyor, dünya ve içindekilere de hükmediyor.
Çünkü dininiz İslam ve içinde bulunduğunuz coğrafyalar işte bu dinin değerlerinin olduğu yerler.
Kudüs var yanı başınızda, Kabe var, petrol var…
Böylesi devletlerin sorunu bitmez.
Böylesi devletlerin terörü de bitmez.
pkk,pyd, deaş vs...
Bunlar sadece birilerinin maşası. Taşeron örgütler.
Bunların ardındaki güçler kullanmaya ne, kim müsaitse onu alıp bir güzel kullanıyorlar.
İçeride de, dışarıda da kullanmaya müsaitse birileri hep var ve var olacak.
Çünkü burası dünya ve burası hak-batıl,
tevhit- şirk,
habil-kabil mücadelesinin olduğu imtihan alanı.
Bize ne mi düşüyor?
Biraz daha itidal, biraz daha feraset, biraz daha sakin bir gözlem düşüyor elbette. Bir şey daha düşüyor onu yazının sonunda söyleyeceğim.
Bölgemize bir bakın. İslam ülkeleri, daha doğrusu halkı Müslüman olan ülkeler kan gölü...
Bu kan gölünde kurtarıcı olarak kim var peki?
Amerika!
Evet, macera dolu Amerika. Büyük amca Amerika!
Büyük kurtarıcı Amerika.
Eğer yolunuzu kaybettiniz, neyin ne olduğunu bilmiyorsanız onun ne dediğine bakın. Tam zıddı doğru yöndür çünkü. 
Ve İsrail…
Farkında mısınız, hiç sesi çıkmıyor. Kimse ondan bahsetmiyor. 
Kimse ona, kahrolsun! falan demiyor.
Tıpkı Kimsenin Büyük Şeytan Amerika, demediği gibi.
Şimdi bu birileri bize birbirimize düşürmüş ve sessiz sessiz izliyorlar. 
Bir akbaba gibi. Gücümüz kesilirse, dermanımız kesilirse, gelip bizi kurtaracaklar!
Her şeyden biraz geri çekilip resmin bütününe baktığımızda görünen şu:
Amerika’nın Büyük orta doğu projesi ağır ağır işliyor.
İsrail’in arzı mevdut planı ağır ağır işliyor.
Bizlere bir şey daha düşüyor, demiştim ya:
Evet, şimdi mezhepçi, ırkçı dili bir kenara bırakıp,
Dilimizin, sözümüzün kuvvetini başka şeylerde yormayıp, hedefi dağıtmayıp,
Sadece bu belli güç odaklarına yoğunlaşalım.
Dualarımıza sıkı sıkıya bağlanıp üşenmeden, sıkılmadan, yorulmadan. 
Rabbimize el açıp, önce sıkı bir tövbeyi istiğfar edip,
Ardından ümmetin vahdeti, birliği, diriliği için dua edelim.
Daha çok feraset, şuur, basiret dileyelim Rabbimizden. 
Zalimin kanlı eli, planı ve fikrine karşı; Rabbimize sığınıp birlik olalım.
Ümmetçi bir dili yeniden kuşanalım.
Rabbimiz katından bir sahip, yardımcı gönderecektir.
Musa’ya açtığı yolardan açacaktır.
Ateşlere bırakmadığı İbrahimlerinden eyleyecektir bizi de.
Ebrehelerin ordularına karşı birer ebabil yapacaktır dualarımızdan.
Biz sadece dilimize sahip olalım bu süreçte. Hiçbir Müslümana dil uzatmayalım. Fitneye, fesada yol açacak mezhepçi, ırkçı söylemlerden uzak duralım..
Allah’ın vadi haktır.
“O zalimler çok yakında nasıl bir devrimle devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuara Suresi. 227. Ayet)

14 Ekim 2013 Pazartesi

ONLAR BİR AİLEYDİ GELDİ GEÇTİ




Bu gun Kurban Bayramının arafesindeyiz. Her Kurban Bayramı gibi bu bayramda da gündemimize babanın İbrahim, evladın İsmail ve annenin de Hacer olduğu mükemmel bir ailenin fedakarlığı, teslimiyeti ve gönüllerinde taşıdıkları sönmez ilahi aşkı yad ediyoruz. Normal bir günde sevgiliyi hatta en sevgiliyi Allah’a adama ve onu ilahi aşka kurban etme eylemiyle adlandırılan en güzel ve en anlamlı Allah günü tayin edilmiştir.Bir baba yüreğinin, yürüme ve sevilme çağındaki evladına karşı hassasiyeti, duyarlılığı ve şefkat dolu hali bir an olsun düşünüldüğünde, evladı kurban etmeyi, onu kendi elleriyle keserek Allah’a adamayı düşünmek bile en katı kalpli insanı titreten, sarsan ve hüngür hüngür ağlatan bir keskinliktedir. Bunu eyleme dökmeye karar vermek, bu kararını biricik evladına açmak ve oğlunun boynunu kesecek bıçağı bilemek, sonra çocuğunu giydirip kesmek üzere evden çıkarmak, uzak ve tenha bir yere götürmek, onu yere sermek, boynuna bıçak dayamak, az acı çeksin diye bıçağı çok daha iyi bilemek ve bıçağın keskin tarafını şah damarına dayatarak çekmek… Aman Allah’ım! Bu ne aşk, bu ne cesaret, bu ne kararlılık, bu ne candan ve canândan vazgeçmek! ! ! İbrahim’i İbrahim yapan işte budur,İbrahimce duruş!!!!!!" O öyle bir teslimiyet ortaya koymuştur ki; bu teslimiyet kendisine ateşin gülistan kılınmasını sağlamıştır…İman etmiş olan insanın inanç yürüyüşünde bir kez denenmek yetmiyor demek ki kimi zaman. İbrahim Halilullah’ın denenmesi de yetmemiş olacak ki, bu kez ondan daha çetin bir teslimiyet talep edilmektedir. Adeta denmektedir ki; “Ey İbrahim! canını ateşe sundun imanın için hiç tereddüt etmeden ama, cananını, gözünün nurunu, yavrunu da gözden çıkarabilecek misin bakalım çok sevdiğini söylediğin Rabbi’nin hatırına?!...Ya İsmail’in tavırları, duruşu ve teslimiyeti? Anneler ne evlatlar doğurmuştu ve İbrahim baba olduktan sonra İsmail’in İbrahimce bir duruş sergilemesinden başka bir şey mi beklenirdi! ? “Baba! Emrolunduğun şeyi uygula! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” ve İsmail giyinip süslendi. Düğüne gider gibi babasının önüne düştü. Evden bir daha dönmemek üzere uzaklaştı ve geride kalanları son bir kez olsun diye selamladı. Uzakta ve tenhada, minnacık yumuşak boynunu keskin bıçağa uzattı, “Bismillah” deyip gözlerini yumdu ve keskin bıçağın soğukluğunu sımsıcak damarlarında yavaş yavaş hissetti. Ama kendisinde çelik gibi bir irade, dağları sarsan bir iman ve gökleri ağlatan bir devrimci heybeti vardı. Tıpkı ateşe atılırken kendini izzetin doruğunda hisseden ve ölüme gülümseyen babası İbrahim gibi.” Bu yüzden İbrahim ve İslamil’e selam olsun! Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizeydi. Bir aileydi geldi geçti. Onlar üşenmeden en değerli varlıklarını göz kırpmadan Allah’a adadılar. Tıpkı Hanne’nin karnındakini Allah’a adaması gibi, tıpkı Meryem’in bekaretini Allah’a adaması gibi ve tıpkı Muhammed’in Ali’yi hicret gecesinde Allah’a adaması gibi ve tıpkı dedesi Abdulmuttalib’in on çocuktan birini Allah’a kurban edeceğine dair karar kılması gibi…bizi düşündüren, uğrunda çabaya iten ilahi kutsal hedefler ve gayeler taşıyıp uğrunda kesintisiz bir didiniş ve çırpınışa geçmediğimiz sürece ne kurbanın mantığını anlayabilir, ne de kurban bayramını kutlamaya layık olabiliriz. Nitekim bizim yaptığımız bize, onların yaptığı da onlaradır.Saygılarımla sevgiyle kalın...A.Y.14/10/2013

28 Eylül 2013 Cumartesi

SAKIN ''BANA'NE'' DEME ÇÜNKÜ HAYATLARIMIZ BİRBİRİNE DUKUNUYOR




Duvardaki çatlaktan bakan fare çiftlik sahibi ile karısının bir paket açtıklarını gördü
“İçinde yiyecek mı var?” derken – Bir baktı ki fare kapanı !!.

Hemen bahçeye koşup alarmı verdi :
Evde kapan var! Evde kapan var!’

Tavuk gıdaklayıp kafayı kaldırdı ve
‘Bay fare” bu sizin için ciddi bir sorun olsa da şahsen beni ilgilendiren
bir tarafı yok ne yazIk ki! .

Fare dönüp bu sefer koyuna
“Evde kapan var evde kapan var”! dedi.

Koyun konuyla ilgilendi ama kendi hesabına
“Üzgünüm bay fare vah vah emin ol senin için dua edeceğim” dedi.

Fare bu kez öküze yöneldi:
“Evde kapan var!” “Evde kapan var!” diye bağırdı nefes nefese.

Öküz: ‘*** Bay Fare Senin için üzüldüm
ama burnumu sokacağım bir şey değil.’ dedi.

E farenin de basını eğip gitmekten başka çaresi kalmamıştı…
yalnızlık ve terk edilmişlik hisleri içinde fare kapanı ile artık….
tek basına başa çıkmaya çalışacaktı!.

***

O akşam evde alışılmamış bir ses duyuldu.
Sanki bir kapan  avının üzerine kapanmıştı.
Sese koşan çifçi'nin karısı karanlıkta kapana
zehirli bir yılanın kuyruğu kaptırdığını görmemiş.
Yılan da kadını ısırmıştı..

Çiftçi karısını hemen hastaneye götürdü
Karısı eve ateşli ve hasta olarak döndü.

Eeeeeeee ateşli insana ne verilir??

sıcacık bir tavuk çorbası!!!.

Tavuk hemen kesilmiş ve acilen pişirilmiş!
Ama kadın hala iyileşemiyormuş
Eee eş dost ahbap gelince hasta ziyaretine
çiftçi de sofraya koyunu çıkarmak zorunda kalmış!!!.

Ama çiftçinin karısı iyileşmemiş; ölmüş!!!!!.
Aman ne kalabalık gelmiş cenazeye ne kalabalık!!!
Bu sefer de konukları doyurmak için kesilen öküz olmuş….
Fareye de olan biteni deliğinin ardından izlemek kalmış!….
***
Onun için bir daha seni ilgilendirmeyen bir sorun karşına çıkarsa…
BİR DÜŞÜN !!!
Birimiz tehdit altındaysak hepimiz risk altındayız.Bu hayat denen yolculukta
Birlikte yol almaktayız..Birbirimizi kollayıp  gücü ve güveni paylaşmalıyız.

UNUTMA. . . . . .

HEPİMİZ BİRBİRİMİZİN HALI TEZGAHINDA
HAYATİ ÖNEMİ OLAN İPLİKLER'İZ!!!!
VE ŞÖYLE YA DA BÖYLE
HAYATLARIMIZ BİRBİRİNE DOKUNUYOR. A.Y 28/09/2013

8 Eylül 2013 Pazar

ÖMRÜNÜ KUR'AN'A ,İNSANLIĞA VE EĞİTİME ADAYAN BİR GÖNÜL ERİ SEVGİLİ BABAM MEHMET ALİ HOCA







Ömrünü Kur’an’a, insanlığa ve eğitime adayan bir gönül eri…Sakaryada pek çok kişinin kalbine ve hatıralarına yerleşmiş titizlik timsali bir Hak aşığı.. Sevgili Babam Hafız Mehmet Ali YILMAZ
Sakarya Azizziye kültür ve hizmet vakfında yaptığı hizmetlerle binlerce hafız yetiştirmesi onun en büyük mutluluk kaynağıdır .
28 Ağustos1932 tarihinde Sakarya ili Çaykışla köyünde doğdu. Babası ilmiyle amel eden Ramiz Hocaefendi’dir. İlk eğitimini babasından alımıştır 7 yaşında hafız olmuş. Çok küçük yaşlarda hafızlık yapar zamanın önemli alimlerinden Asker Hafız’ın önünde icazetini alır.Zorlu bir eğitim sürecinden geçip TCDD 'de memur olarak başladığı mesleki hayatını TCDD Meslek okullarında din dersi öğretmeni olarak devam ettirdi.Manevi görevi ilk kez 1959 yılında Sami Efendi’den almıştır. O günden sonra üstadlarına olan muhabbeti ve bağlılığı gün be gün arttı. Bu sevda iklimini sohbetlerine de yansıtarak bütün ihvanını kucaklayan büyük bir sevgi yumağına dönüştürdü.
TCDD den emekli olmadan ve emeklilikten sonra bütün mesaisini Aziziye kuran kursun’da ve SAKARYA AZİZİYE KÜLTÜR VE HİZMET VAKFI’NIN kuruluşunda büyük hizmetleri geçer. Vefatına kadar da bu vakıfta kuruculuk ve idarecilik yapar. Sakaryalılar’ bu hâliyle kendisini özellikle hatırlarlar. Sabah namazından sonra Aziziye vakıf mescidinde verdiği sohbetler büyük bir ilgi ile takip edilir Mehmet Ali Efendi, halkın engin sevgisini kazandığı halde, sohbetlerini herhangi bir kitap yazıp neşretmez. Böyle bir istekte bulunanlara verdiği cevap ise hayli ilginçtir; “Bir kalpten bin kitap çıkar, fakat bin kitapta bir kalp bulunmaz!”
Kendisi hakkında çokça güzel haslet anlatılır. İnsanları severken ayrıma tabi tutmadığı gibi. Müslümanlara ne kadar ilgi gösterirse, inanmayanlara da aynı ilgiyi gösterdiği gibi. Mesela çokça selam verdiği bilinir. O kadar çok selam verir ki, sakarya caddelerinde onun yaklaştığını görenler vereceği selamı almak için özellikle beklerler. Şöyle diyor kendisi: “Selam, Cenab-ı Hakkın kulları arasında bir şifredir. Allah, isminden bir ismi yere göndermiştir. Fevkaladelilik vardır. Efendimiz için kanundu selam vermek. Akıl baliğ olmayan çocuklara bile selam verirdi.”

''Bugünün kerameti, hizmettir. Bugünün velisinin, evliyasının kerametini, İslam’a yaptığı hizmetlerle ölçün”

Bir gün keramet ile ilgili bir mevzu sorarlar Mehmet Ali Efendi’ye, “Bugünün kerameti, hizmettir. Bugünün velisinin, evliyasının kerametini, İslam’a yaptığı hizmetlerle ölçün” der ve devam eder: “Ne yaptı, ne yapıyor; dinimize hizmet için, Müslümanlara ne öğretiyor, ne anlatıyor, onları nereye sevk ediyor? İslam’a hizmet edecek insanları yetiştiriyor mu? Aşırılıkları, ifratları, tefritleri gideriyor mu? Her hizmete gönüllü oluyor, şandan şöhretten uzak duruyor mu? Hülasa her an hizmet için nöbette, bir hazır asker mi? İşte evladım, bugünün işi de kerameti de, dine ve Müslümanlara hizmettir. Siz ona bakın. Kim böyle hizmet ediyorsa, Allah’ın veli kulu, işte odur…’’

''Bir Hafız Talebe İçin Bin Münafığın Kahrını Çekmeye Hazırım"

Hafızlık, çölde gül yetiştirmek kadar zahmetli olsa da onun kokusu Nebevî iklimlerden gelir. Hafızlar, zifiri karanlıklara doğan ayın on dördü gibidir. Hafızlar, geceyi aydınlatan kutlu kandillerdir. Gönül göğünün yıldızlarıdır onlar... Hafızlar, tüm engellere göğüs gerip ashabın nurlu yolundan gidenlerdir. Onlar, kutlu seherlerde bir güneş gibi doğarak dünyamızı ısıtırlar.
 
''Hafızlığın mükâfatı cennette     Cemalullah’la şereflenmektir.''

Hafızların serdarı Resulullah Efendimiz “Sizin en hayırlınız Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreteninizdir.” Diyerek, hafızlık müessesesini yüceltmiştir. Hafızlar, Resulullah Efendimizin sadık yoldaşlarıdır. Onların Kur’an’a yaptıkları hizmetlerinin mükâfatını Rabbimiz misliyle verecektir

''Hafızlar, adları hep Kur’an’la anılan bahtiyar insanlardır.''

Hafızlık bir gönül işidir; Kur’an sevgisini iliklerine kadar hissetmektir. Dünya ile olan ilişkilere belli bir mesafe koymaktır. Hiçbir dünyevî beklentisi olmadan dirsek çürütmektir. İnsanların kuştüyü yataklarında uyudukları bir zamanda, rahleyi önüne alıp gece yarılarına kadar Kur’an’la sırdaş olmaktır. Tefekkür edip gözyaşlarıyla temizlenmektir. Dağların taşıyamayacağı ağır bir yükü yiğitçe sırtlamaktır. Onun içindir ki yüce kelamın her harfi, onların kurtuluşu için şahitlik edecektir. Zira onlar, Kur’an’ın her bir harfini yüreklerine nakşetmişlerdir. Onlar, Kur’an’ın canlı şahitleridir. İlahî kelam, onların diline ne de yakışır.
''Hafızlar.Onlar hak ve hakikat davasını, yorgun sırtlarına yükleyip dik yokuşları çıkanlardır ''
Onlar, kutsal bir çilenin gönüllü hamallarıdır. Ağır bir yükün altında olmalarına rağmen, hallerinden de şekva etmezler. Peygamber Efendimizin saçlarını ağartan Hûd Suresi’ndeki “Festakim kemâ umirte (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..)” ayeti onların sırtını da iki büklüm etmiştir. Onlar, bu emri hakkıyla yerine getirenlerin, sonsuza dek kalacakları yerin cennet olduğunu düşünerek soluklanırlar.

                                                      DİN, CİHAD İLE YÜCELİR

Bildiğiniz gibi İstanbul'da medfun bulunan Eyyüb Sultan Hazretleri, İstanbul’da vefat edinceye kadar Allah yolunda cihad etti ve oraya defnedildi. Düşünelim Eyyüb Sultan Hazretleri, İstanbul’u fethetmeye gelen ordunun içinde gençlik devresini aşmış, bir pir-i fanî ihtiyardı. Bununla beraber Allah'ın desteği ve İslamî izzet sayesinde kalben, ruhen, bedenen, imanen bir kahramanlık numunesi idi. Dikkat edelim. Allah'ın Resulü haber veriyor ki
“Kim, cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden ge­çirmeden ölürse, bir çeşit münafık olarak ölmüştür.” (Müslim, Ebu Davud, Neseî
                                                      O AYNI ZAMANDA BİR CİHAD ERİYDİ

"Bağdat'ta, Basra'da, Halep'te, Musul'da, Kabil'de, Arakan'da öldürülen çocuklar bizim çocuklarımızdır. Tecavüze uğrayan masum kızlar bizim bacılarımız, bizim evlatlarımız, bizim kardeşlerimizdir. Elbette İngiltere, ABD sessiz kalacak, İslam ülkelerinin yöneticileri, ey gaflet içindeki yatan Müslümanlar! Ya siz neredesiniz?" Çağrısına uyarak 80 yaşında olamasına  rağmen gençlerle birlikte Kadıköyde’ki zalimlere lanet mitingine katılarak arakan müslümanları için dua ederek gözyaşı dökmüştür.

''Telaşa de gerek yok aslında. Yolcuyuz biz. Yolcuysak, yolumuzu edeb içinde yürümeliyiz. Bütün mesele bu''.

Efendimiz (s.a.v) “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olandır” buyuruyor. (Tirmizi) Belki ömrümüzün uzun olması elimizde değil, ama onu güzelliklerle doldurmak elimizde. Aslına bakarsanız onu iyiliklerle doldurmadıktan sonra uzun zamanlı sermaye de insana ancak yük getiriyor. Zenginlik nimetiyle azmak gibi. O nedenle çok yaşayanları değil, saçını Allah yolunda ağartanları övüyor Efendimiz (s.a.v).Hemen herkes bir gün iyi olmayı, güzel işler yapmayı düşleyerek yaşar. İyi bir şeyler yapacağızdır ama şimdi değil, daha vakti gelmemiştir. Henüz zamana ihtiyacımız vardır. Oysa insanın bu zaafını bilen Efendimiz bizi bu konuda da uyarıyor: “İşlerini tehir edenler, ileriye atanlar helak oldular, mahvoldular.” Ayrıca sadece geçmişe veya geleceğe yönelerek yaşamak, içinde bulunduğumuz anı değerlendirememeye sebep olur. Dem bu demdir. Ne yapacaksak şimdi yapmak gerek. Rabbim bana bir gün daha fırsat verdi, bu günde yaşıyorum bunu nasıl değerlendirmeliyim diye düşünmeliyiz. İnsan. Her yıl dönümünde bir muhasebe çilesi yaşamalı, insana yakışan bu. Ağzımızdan çıkan sözlerin, ellerimizden çıkan işlerin, ayaklarımızın yürüdüğü yolların, kulağımızdan beynimize ve kalbimize ulaşan her şeyin hesabı yapılmalı inceden inceye. Kolay değil bu…

''Necip Fâzıl’ın dediği gibi:O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,Azrâil’e “Hoş geldin” diyebilmekte hüner…''

Sadece bir yıl için bile temize çıkmak kolay değil. Ya birde bütün ömrün hesabını vermek.Kaç gönül yıktık, ya da kaç virane evi şenlendirdik? Kaç güzellik kattık dünyaya Allah için? İşte bunların hesabını verebilmeliyiz..İnsanlar olimpiyatlarda saliselik farklarla rekor kırıyorlar. Demek ki saliseler bile önemli insan hayatı için. Neler, ne zenginlikler sığıyor bir saniyenin içine. Ya bir ömre ne zenginlikler sığar? Sığdırılabilene… Geriye dönüp baktığımızda, savrulur ruhumuz, dört bir yana zerre zerre, dağılırız çözülürüz; geçiyor, bitiyor diye günler... Tükeniyor diye birbiri ardınca sayılı nefesler diye üzülürüz. Yaşanmış nice acılar, işlenmiş nice günahlar sökün eder gelir de hatırımıza, bir an için ümidimizi kaybedecek gibi oluruz.Her nefes bir imkânken, bir fırsatken, değil binbir günahın karasını bembeyaz etmek, samimi bir tövbenin koskoca bir ömrü bile akpak etmeye yeteceğini sakın ha unutmayın .. Toprağın gecesine girmeden güne ve güneşe merhaba diyemiyor bir tohum.İnsanda toprağın gecesine girmeden ve ölmeden, mahşerin sabahına, cennetin baharına doğamaz asla.

''Nasıl Yaşarsan öyle ölürsün, Nasıl ölürsen öyle dirilirsin, nasıl dirilirsen öyle haşrolunursun ''

Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. Dünyaya vedâ hâlindeki her insan, bu aynada güzellikleri ve çirkinlikleri ile geride bıraktığı bütün bir ömrünü yeniden seyreder. Son nefesimizin pişmanlıkla seyrettiğimiz bir ayna olmaması için Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin feyizli ikliminde hayır-hasenât ve sâlih amellerle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamamız zarûrîdir. Zira hadîs-i şerifte; “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür, öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 663) buyrulmaktadır.
Başka bir ifadeyle son nefes, acı-tatlı hâtıralarıyla yaşanmış olan fânî hayat sahnesinin son perdesidir. İşte ebedî âhiret yolculuğuna çıkarken, dünya hayatına bakıp söylenen bu “son elvedâ”nın mâhiyeti çok mânidardır. Necip Fâzıl’ın dediği gibi:
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e “Hoş geldin” diyebilmekte hüner…

''Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

Unutmamalıdır ki, ârif ve âşık gönüllü Hak dostlarının dünyadaki huzurlu hayatı, kabir âlemlerinde de aynı huzur ikliminde devam etmektedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabir âleminin, onlar için bir cennet bahçesi hâlinde olduğunu müjdelemektedir. Aşağıdaki mısralar, âdeta böyle bir huzuru terennüm etmektedir:
Ölüm, âsûde bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin selviler altında yatan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bülbül öter


Hayatını İman ve Kur'an hizmetine adamış, gönül ve fazilet insanı, Mehmet Ali Hoca 2012 yılının 5 ağustos Ramazanı şerifin'in  iftar saatinde ezanı muhammediyeler okunurken oruçlu olarak  rahatsızlanır.  hizmet aşkı, şevki ve vefasıyla gönüllerde müstesna bir yere sahip olan . İlerlemiş yaşına rağmen yılmadan, yorulmadan hayırlar peşinde koşarak İman ve Kur'an hizmetlerine öncülük eden Hocamız  Şimdi ise muvakkat ve âlâmla dolu bu fani dünyadan ebedi dostlukların yurdu mahz-ı lezzet ukba âlemine 7 eylül günü cuma ezanları okunurken sağ işaret parmağını kaldırarak yürür ve Rabbine teslim olur 8 eylül günü cenaze namazı Yeni Camii’nde Diyanet işleri başkan yardımcısı Prof Dr Hasan Kamil YILMAZ tarafından  her faniye nasip olmayacak sayıda kalabalık bir cemaat’e kıldırır, tabutu gidilecek mesafe çok kısa olmasına rağmen uzun süre eller üzerinde taşınır ve Adapazarı merkez Mezarlığı’na defnedilir. Merhuma Cenab-ı Mevla'dan rahmet ve mağfiret diliyor Allah makamını cennet eylesin.

                                                      Hocam hakkını helal eyle





17 Temmuz 2013 Çarşamba

SON KUNDAĞIMA SARILDIĞIMDA İLK KUNDAĞIMDAKİ GİBİ DEĞİLSEM YANİ GELDİĞİM GİBİ GİDEMİYORSAM VAY BANA


Sevgili Dostlarım .Bir neşe fırtınası içinde geliverdim dünyaya, ola ki annem sancılar içinde acı çekse de benim günüm aydınlanıverdi güneşle, sabahın o güzel serinliğini bedenimde hissettiğimde.Tüm başlangıçların en güzelinin içinde olduğumu hissettim.Yaşanmış yıllar yaşanacak yıllara teminat olmuyor, olamıyor.. Her istediğimiz hayatın gerçekleriyle buluşmuyor, bizim gerçeklerimizse hayata dar geliyor .. Ya planlarımız hayata uymuyor, ya da hayallerimiz gerçekle örtüşmüyor, ya beklenen gelmiyor ya da vaktinden nice sonra geliyor, adına geç kalınmışlığımız diyoruz, ya istenen olmuyor ya da istediğimiz gibi olmuyor, hep bir eksiklik bir yarımlık yarım kalmışlık.. Hayat yolculuğunda belli duraklar ve belli yol ayrımları karşılıyor bizi.. Kiminde durup nefes alıyoruz, kiminde konaklıyoruz bir zaman.. Kiminde yüzümüz gülüyor kiminde gözyaşlarımız sel olup gidiyor..Derken zaman acımasızca yaşanmışlığı çizgiler halinde izler bırakarak yüzümüze, anlamadan dinlemeden geçip gidiyor, kayıp uçuyor, ezip esip geçiyor işte.. Durdurabilmemiz mümkün mü, engelleyebilmemiz mümkün mü, karşı koyabilmemiz mümkün mü.Hayallerimin ne kadarı gerçek olmuş, ne kadarı beynimin tozlu raflarındaki hayaller sandığında kilitli duruyor..Pişmanlıklarım, yapmak isteyip yapamadıklarım, cesaretsizliklerim, eksikliklerim, keşkelerim, bunun yanında mutluluklarım, iyi ki dediklerim, hayatımın anlamları, yaşama sebeplerim.. Ağır basanlar hüzün tarafı mı hayatın yoksa gülen yanı mı.. Al bakalım en afillisinden muhasebe zamanı, on puanlık bir uzmanlık sorusu bana..Bu hayatın ne kadarını kendim için yaşadım, ne kadarını başkalarına feda ettim. O da bende saklı..Seven, sevilenin isteklerini yerine getirmeliydi. Sevginin de ispatı bu olsa gerekti. Bana bunca özellikleri veren, bütün kainatı hizmetkarın hükmünde var edene karşı da bir takım görevlerimin olduğunu biliyordum. Zaman zaman bunları ifa ettiğimde hem mutlu oluyor hem de asıl görevimi yerine getirmenin huzurunu yaşıyordum.Sularla birlikte akar ömür. Ta ki son menzile varılır, öyle durulur. Sular kaynağında duruydu, saftı. Ben kundağımda… Sularla birlikte aktı hayatım. Kimi zaman bulandım kimi zaman duruldum. Akışın her anında berrak olma imkanı vardı. En güzeli “durulmadan, donmadan akmak”tı. Son kundağıma sarıldığımda ilk kundağımdaki gibi değilsem; yani geldiğim gibi gidemiyorsam vay bana Arif YILMAZ ....30/04/2013

13 Ocak 2013 Pazar

SEVGİLİ BABAMIN ANISINA BOŞNAK BÖREĞİ




Dışarda hava çok soğuk... Öyle soğuk ki ciğerlerim titriyor... Kar yağıyor... Öyle yağıyor ki yavaş yavaş, tane tane, gelin gibi bembeyaz... Tam da O'nun sevdiği gibi... Ramiz Efendi'nin Oğlu Mehmet Ali... Ne de gurur duyardı Müslüman Boşnak kanıyla... Bembeyaz uzun sakalları ve deniz mavisi gözleri vardı... Benim kahramanım, beni ben yapan yegane insan..
Hafta Sonları Aileyi bir araya toplayan en önemli şey onun en sevdiği meşhuuuuuur Boşnak Böreği'ydi... E hadi biz de yapalım dedik. Ramiz Efendinin Oğlu Mehmet Ali'ye biz evlat ve  torunlarının Dedosuna bu yakışırdı...
Fonda Boşnakça ilahiler , ağıtlar... Kardeşim Ayşe Torunları Hande ve Ebru ile başladılar patates soyup soğan rendelemeye... Bu sefer soğan değil durumun kendisi ağlatıyordu... Kilolarca yufka, kilolarca patates, soğan... Tam dört tepsi börek yaptılar... Akşam gelecek olan  misafirlere ikram etmek için... Sanki o da yanımızdaydı... İçeride yatağına uzanmış dinleniyordu... Sabah namazından sonra bize böreklik malzeme almak için çarşıya imiş biraz yorulmuştu... Belki de uyuya kalmıştır... Gözlerinle görsen de, insan hep bir yerlerdeymiş gibi düşünmek istiyor işte...
Onsuz  olarak hayatımızda ilk defa aylardan sonra onun evinde yaptığımız  Boşnak Böreği, Babam ve Dedomuz için sevgimizi ona göndermemizde ve onu yanımızda hissetmemizde bir araç oldu adeta...Ruhu Şad olsun....A.YILMAZ 13 01 2011



10 Ocak 2013 Perşembe

ARSTEEL DEMİR ÇELİK SİZE DÜNYALAR KURAR






• Yapısal çeliğin inşaat sektöründe kullanımı, Avrupa'da özellikle İngiltere'de 18.yüzyıl sonlarında, ABD de 19. yy ortalarına doğru başlamıştır.• 2. Dünya Savası’ nın ardından çelik üreticilerinin elinde bol miktarda çelikbulunması, savasın etkisiyle büyüyen kapasitelerini konut üretimine yönlendirmelerine yol açmıştır.
• 1980’ lere gelindiğinde, gerek hafif çelik endüstrisindeki ilerlemeler ve gerekse ağaç fiyatındaki artış, hafif çelik konutlarda talep patlaması yaratmıştır 
• Çeliğin depreme, yangına ve rüzgara karsı dayanıklı olması, Fire ve kayıpların çok az olması, üretimi ve montajının çok hızlı olması, çevre dostu olması, geri dönüşüm oranının diğer malzemelere göre daha çok olması, teknolojik gelişmeler ile işlenile bilirliğinin çok artması, maliyetlerin düşük, güvenirliğin çok yüksek olması bu sistemin 21. yüzyılın sistemi olacağını göstermiştir.



6 Ocak 2013 Pazar

"UZAK"LAR BİR GÜN,YAKIN,AMA ÇOK YAKIN OLACAK....



Dün 30 lu yaşlarda uzun yıllar beraber çalıştığım  bir dostumun sevgili eşi'nın ankarada ,banyoda düşerek beyin kanaması geçirdiği ve vefat ettiğini öğrendim..20 günlük bir bebeği olan bir anne..Hemen istanbulda,diş hekimi olan vefat eden bir tanıdığımız  geldi aklıma..Ve sarybosna atalarımın toprakları ,bizim bağdat bizim şam bizim gazze geldi, binlerce annesiz bebek ve yavruları karnında öldürülen anneler canlandı yeniden hafızamda..Ölümü hatırlamak gerek ,insan ancak o zaman duruluyor..Sonu gelmez istekler o halde son buluyor..Ve rahatlıyoruz belkide O na sığınıyoruz tekrardan.Tevekkülü hatırlıyoruz....UZAK... ÇOK uzakta bir yerde, bir savaş olduğunda, birileri hayatını, birileri evlatlarını kaybederken, onların uzağında birileri de açar ellerini ve dua eder usulca.. bazen süzülen yaşlarla.. Hep, mesafe yakınlaştıkça şiddeti ve iştiyakı artar duaların.. Savaş Filistin'de değil de, güneydoğuda olmuş olsa örneğin; duanın, acının ve korkunun şiddeti artar...Savaş ilerlese içerilere doğru, iç anadoluda olsa mesela, yürekler çatlarcasına arttırır duayı.. Ve, bulunduğu şehirde patlasa bombalar insanların, dualar feryada döner, haykırırcasına ister insanlar Rablerinden isteyeceklerini... Sonra savaş bir yakınlarına dokunsa; dua, günde bir saatten, yirmi dört saate kadar kaplar hayatlarını.. Ve savaş, kendilerine dokunsa, kim bilir ne acılar dağlanır yüreklerinde..Neye dönüşür feryatları, nasıl olur duaları, nasıl olur yaşamları... İşte, zarar yakınlaştıkça insana, kalpte heyecan, kalpte yakarış, kalpte acı artıyor.. Uzaklarda olduğunda, yine yürekleri "cız" ettirse bile, öylece uçup gidiyor zaman içinde.. Ve ölüm, uzak olduğunda insana, korku da uzak, yakarış da, kulluk da, hesap kaygısı da.. Ama ölümcül bir hastalığa yakalandığında, ölümün yakınlaştığını hissettiğinde, korku artıyor, yakarış, kulluk ve hesap kaygısı artıyor.. "Ölümden dönme" tabiriyle, bir kaza atlatanlar, yahut, depremde patlayan bir binada olmuş olmaktan kurtulanlar, ölümün teğet geçtiğini hissedenler, yine bir nebze korkuyor..bir nebze "yakarıyor"..Yaratıcısına biraz olsun daha yakın münacatlarda bulunuyor.. Ama sahil-i selamette emanet içinde yaşarken insan, tüm bu ihtimalleri siliyor zihninden ve hayatından.. Ve uzak oluyor hepsi, uzak... Dokunmayacak, gelmeyecek kadar uzak..Bitmeyecek kadar uzun bir ömür.. Bitmeyecek kadar "sağlam" bir emniyet.. Hiç savaşı tatmayacakmışçasına büyük bir güven, Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyayla can ciğer.. Bunun için.. Allah'ın elçisi'nin s.a.v hatırlatması ile "Lezzetleri acılaştıran ölüm"ü sık sık anımsamak gerek.. Acılaştırdığını bile bile lezzetleri, keyifleri, tatlı sohbetleri ve eğlenceleri, sık sık, hatırlamak gerek.. Çünkü ölüm meleği geldiğinde bir kaçış olmayacak.. Çünkü o "uzak"lar bir gün, yakın, ama çok yakın olacak.. Her canlı ölümü tadacak.. Geriye sadece, bırakılan yad-ı cemiller kalacak..Sadece, Yaratıcımızın rızasını gözeterek yaptıklarımız.. Hiçbir günün garantisi yok.. Hiçbir bedenin,Hiçbir toprağın, Hiçbir ülkenin... Öyleyse henüz ölmemişken Ülkemizin su ve elektirik şebekeleri bombalanmamışken,Yaratıcımızın "razı" olacağı şekilde yaşamak neden bu kadar uzak?... "Ey insan, nedir seni Rabbinden uzaklaştıran?..." (İnfitar suresi) Bu hitap, bu kadar yakınken, Neden "zor" geliyor Yaratıcımızın kurallarına uymak.. Ve bir genci namaz kılarken gördüğünde "Maşallah" diyen teyzeler Neden şaşırıyorlar "Allah'ın kurallarına uymaya çalışan" birini gördüklerinde de, neden kimse şaşırmıyor, namaz kılınmadığına?.. Hem de emir bu kadar açıkken Kur'an'da, Hem de dinin direğiyken, Hem de tüm ibadetlerin ve hayatın özü, anlamı iken.. Neydi uzaklaştıran Yaratan'ın kullarını Yaratan'dan... ..... Çünkü..uzak..çok uzak düştük O'nun hitabına, O'nun kitabına... Gündemimizi basit ve önemsiz şeyler öylesine kapladı ki, Yer kalmadı tüm bunlara.. ... Yaratıcımız, aslında "uzak" olmayan, ama "uzakta" görülen kardeşlerimizin ve yakın, en yakındaki bizlerin yardımcısı olsun... Aminnn Arif  YILMAZ  ocak 2013

19 Aralık 2012 Çarşamba

ŞİMDİ ÜŞÜME ZAMANI ÜŞÜMEK DEMEK SARILMAK DEMEK



Üşüme zamanı şimdi.
Tir tir titreme zamanı.
Güneşten uzaklaştırılan dünyanın çehresinde "soğuk" yaratılıyor sonsuz bir ustalıkla.
Öyle birden olmadı bu. Gündüzün geceye dönüşümü gibi ağır ve usul usul.
Yapraklarından soyunmuş ağaçlar, dallarında kuşlar, küçük başlarını göğüslerine gömmüşler, kanatlarını sımsıkı kapamışlar uyukluyorlar, soğuk rüzgâr estikçe tüyleri hafifçe havalanıyor sadece.
Arabaların çoğunun camları sımsıkı kapalı, sıcak hava üfleyen klimalar camları buğulandırmış. Apartmanların çatısından yükselen duman, ağır ve yılankavi bir dalgalanmayla havaya karışıyor. İnsanların ağızlarından çıkan buhar, yaşamın ilk ve son alameti olan nefesi görünür kılıyor.
Paltolarına, atkılarına, şallarına sarılıyorlar üşüyenler sımsıkı.
Artık ellerini ceplerine sokmanın ve ısınmanın sevincini buluyor insan.
Üşümenin en güzel yanlarından biri, sonunda bir sıcaklık bulup ısınmak.
Soğuk demek sanki sarılmak demek.
Sokak kedileri kuytu bir köşede büzüşmüşler, birazdan merhametli bir kalbin getireceği yiyeceği bekliyorlar sabırla. Bu da iki kalbin birbirine sarılarak ısınması demek.
Yaz güneşi ne kadar bunaltıcıysa, kışın ayazı o kadar uyuşukluğun düşmanı.
Hışımla esen soğuk rüzgârla, hayat silkinip kendine geliyor.
Geceleri, gök, dondurucu ayazda berrak mı berrak. Ayaz geceler, gökyüzünün önündeki perdeyi yırtıp atıyor.
Pencerenin bir sıcak tarafı var artık, bir de soğuk tarafı. Sıcak tarafındaki buğu üzerine kelimeler yazılıyor. Buğu geçince uçup gidecek kelimeler bunlar, tıpkı hayat gibi, geçici.
Düşler sıcak odalardan soğuk caddelere akıyor. Yüzünü asıyor zaman bir kış soğuğunda.
Parmak uçlarından saç diplerine kadar bir başka hissettiriyor kendini hayat.
Tenha sokaklarda loş ışıklar halinde dolaşıyor hayat.
Yürümeli, yürümeli, yürümeli, soğukta.
Üşümeli.
Kimi duygular ancak soğukta hayat bulur. Kış meyveleri gibi.
Buz tutan düşüncelerin yegâne şifasıdır soğukta yürümek.
Yürümeli, yürümeli, yürümeli soğukta, eller cepte, gözler uzaklarda, üşümeli.
Rahatına ve keyfine düşkünlük, eninde sonunda düşkün olduğu şeyin hışmına uğrar. Cezalar, amellerin cinsine göredir. Alkole düşkün olanın, en büyük zararı ondan çekmesi gibi.
Kim ki rahatına düşkündür, soğuktan şikâyet üstüne şikâyet eder, onu düşman beller, kendini soğuktan ve üşümekten sakınır mı sakınır. Soğuktaki nimetler de sakınır kendini ondan.
Sabahları yürüyüş önerisi yaptığım kişilerin en büyük itirazı şu olur: "Ama üşüyorum."
İyi ya işte, üşümek için yürümeli.
Soğuk, uyuşuk bedenlerin içine canlılık üfler hâlbuki.
Geçenlerde biri, birine anlatıyordu: "Bir haftadır havanın nasıl olduğunun farkına varmadığımı anladım. İşten eve arabayla geliyorum. Kapalı otoparka park ettiğim arabadan iniyorum, gün yüzü görmeden asansörle daireme çıkıyorum. Aynı şekilde, hiç dışarı çıkmadan evde arabama binip işyerime gidiyor, arabayı yine kapalı otoparka park edip asansörle çalıştığım kata varıyorum. Dışarısıyla temas etmeden yaşıyorum."
Ne hazin değil mi?
Keyif ve rahatlık uğruna, hayattan oluyor insan.
Cildine dokunamıyor rüzgâr.
Üşümeyi unutmak, iliklerine kadar işleyen bir histen mahrum kalmak değil de nedir?
Soğuktan tüylerin diken diken olamaması ne büyük kayıp.
Soğuktan büzülememek ne büyük bir mahrumiyet.
Çünkü soğuğa maruz kalıp üşümeyenler, sarılmayı da unuturlar.
Üşümeyenler, eninde sonunda üşüyenleri de unutur.
Sıcakta gevşeyen ruhlar soğukta dirileşir hâlbuki. Kışın ayazında, soğuğun bahçesine açar bazı duygular.
Kar mesela, kışın ayazında yaratılır da lapa lapa yollanır.
Soğukta daha çok düşünür insan üşüyenleri. Sokaktaki kedilere, köpekleri soğukta daha çok merak eder. Fakir fukaranın hali, şefkatine daha bir takılır insanın. Altı delik bir ayakkabı soğuk bir kış gününde delip geçer insanın da kalbini.
İçin için soğukta daha bir sızlar kalpler. Başkaları için soğukta daha çok atar.
Soğuğu unutmak üşümeyi unutmaya, üşümeyi unutmak kendini unutmaya, kendini unutmak başkalarını unutmaya götürür insanı.
Üşümeyen, üşüyenlerin halinden anlamaz.
Üşüyenlerin halinden anlamayan, eninde sonunda kendini de anlamaz.
Kendini anlamayansa, hiçbir şeyi anlayamaz artık.........A.YILMAZ 19 ARALIK 2012


9 Aralık 2012 Pazar

İŞTE MİMAR SİNAN'IN ÇILGIN PROJESİ ~Şemsi Paşa Camii ~(Kuşkonmaz Camii)











İstanbul Üsküdar'da yer alan bu camiiye kuşlar konmuyor. Acaba niye? Gerçek ismi Şemsi Paşa Camii. Diğer adıyla "Kuşkonmaz" Camii...Onu diğer tarihi eserlerinden ayıran ise "çılgın" bir projesinin olması. Söylenenlere göre, camiye "Kuşkonmaz" denmesinin sebebi var Fazlasıyla titiz bir kişi olan Şemsi Paşa, Sokullu Mehmet Paşa ile rekabet halindedir. Zaman zaman şakayla karışık atışırlar.2. Selim ve 3. Murat döneminde sadrazamlık yapan Sokullu Mehmet Paşa'nın Azapkapı semtinde yaptırmış olduğu bir cami vardır.O cami ile ilgili sohbet anında Şemsi Paşa, Sokullu'ya ithafen der ki, "Efendim bir cami yaptırmışsınız. Ama kuşlar caminizi kirletmiş pisletmişler."Sokullu da, "Efendim, Allah'ın yarattığı mahlukattır. Olur böyle şeyler der."O gün sohbet meclisinde konu kapanır.O an kapanır ancak, gün gelir Şemsi Paşa cami yaptırmak ister. Hatırına ise o sözleri gelir.Şemsi Paşa, "Eyvah" der. "Ne yapacağız?" Çözüm her zamanki gibi Mimar Sinan'dadır.Mimar Sinan'a gider der ki, "Efendim böyle bir cümle ifade ettik. Üzerinde kuşların uçmayacağı bir semt var mıdır?"Mimar Sinan da "Efendim var öyle bir semt" der. Koca Sinan konuşturur ilmini.Kısa bir araştırmadan sonra kuzey-güney rüzgârlarının kesiştiği noktayı bulur. Dalgaların kıyıya çarpmasıyla meydana gelen titreşimleri inceler ve camiyi yapmaya karar verir."Üsküdar'ın kıyısında kuzey ve güneyden rüzgarların kesiştiği bir noktada dalgalarında hemen kıyıyı dövdüğü bir noktada çıkan sesten kuşların rahatsız olacağı bir köşe var. İşte oraya caminizi inşa edebiliriz" der Boğaz'ın kenarında kimi zaman serin, kimi zaman ılık ama hep rüzgar alan, kimi zaman kızgın dalgaların duvarlarını dövdüğü camii işte böyle ortaya çıkar.Kuşkonmaz Camii hala ayakta ve Üsküdar'ın simgelerinden biri..Sizinde birgün yolunuz düşerse "Kuşkonmaz Camii ne" uğrayıp bir namaz kılmanızı tavsiye ederiz. 1580 yılında ibadete açılan bu cami yaklaşık 430 yıldır. İbadet hizmeti vermekte olup 430 yıldır. bahçesine kuş konmamıştır. Efendim, bilmeyenler ve merak edenler için bilgiler bu şekilde. Bizlere de tekrar görmek nasip olur inşaallah.  Selam ve Dua ile....ARİF YILMAZ 09 ARALIK 2012

19 Temmuz 2012 Perşembe

KALBİMİZİN EN GÜZEL DURGUN KOYU






Çalkantılı dünya denizinde gönül gemimizin yılda bı ay sahiline vardığı rüya ile gerçek arasında bir adanın ismidir ramazan. Dünyada sürüklenmekten yorgun ruhlarımız orda kurtuluşa erer, huzuru teneffüs eder. Orada dünyayı ve dünyanın telaşını uzaklarda bırakır, arınmışlığı hissederiz. İster hayatta ister dar-ı bekaya göçmüş olsun; kalbinin sesini duymak, yüzünün nurunu görmek istediğimiz, özlediğimiz herkesle o adada buluşur hemhal oluruz. Serçelere duyduğumuz şefkat, karıncalara duyduğumuz merhamet, bulutlardan kopup gelerek yüzümüzü okşayan rahmet hep oradan eserek gelir ve diriltir içimizi. Kervanlar oradan taşır uzak diyarlara, dünyaya; rikkati, uhuvveti.Ramazan'ın selamladığı şehirlerde yetimlerin saçları arasında kutlu bir el dolaşır yoksulların sofrasına saadet misafir olur, kimsesizlerin kapısında sıraya girer ramazanı kuşanmış yürekler. Onunla fani ömür içerisinde bir kez daha karşılaşmak şükürlerin en büyüğünü gerektirir.Onunla her şeyin rengi değişir, rayihası farklılaşır, gecelerin karanlığı dahi bağrında bir nur; yarışır iftar vakitlerinin aydınlığı ile. Cennetten süzülüp gelen bir esinti dolaşır sokak aralarında, parklarda, dağların yamaçlarında. Her ramazan öncesi özlediğimiz hissetmeye çalıştığımız ve her ramazanda içimize dolan cennetten gelen bu esintidir aslında Sofradaki iftar aşı sokaktaki insanların saf ve temiz telaşı iftar saatlerine mahsustur Kandil ışıklarıyla vakti her geldiğinde Cami bahçelerinden kaldırımlara taşan seccadelerin üzerinde kılınan teravih namazlarıyla yüzümüzü okşayıp kalbimizi titreterek geçer ramazan serinliği.Işıltılı bir pınar, duru bir ırmaktır ramazan kana kana suyunu içtiğimiz, berraklığında arındığımız ve yeniden hayat bulduğumuz. Kuruyan yapraklarımız o suyun iksiriyle hayat bulur çatlayan kalbimiz o iksirle giderir susuzluğunu.Zaman yalnızca iftar topuna ayarlıdır. Dünyanın telaşı bitip de kalbimiz durgun sularda sakin bir kuğuya döndüğünde hatırlama ve hatırlanma vaktidir ramazan.Rmazanda kapısı çalınmayan, eşiğinden içeri misafir atlamayan, çalacağı kapısı olmayan ve ziyaretine gideceği bir mezar dahi bulunmayan kimse gerçekten yalnızdır yeryüzü gurbetinde.Hani sebepsiz ağlayan biri iseniz saklamanıza gerek yoktur gözyaşlarınızı ramazan gecelerinde; zira sebebi sorulmaz gecelerde dökülen gözyaşlarının..Bazen Eyyub gibi sınanır ve yaralarımızdan kurtuluruz o günlerde bazen Yakup gibi hasretini çektiğimiz Yusufumuzu kucaklarız, fer gelir gözlerimize. Bazen Âdem gibi cennetimizde yitirdiğimiz Havva’yı yeniden buluruz,  yeryüzü sürgününde… Onca kıssa yalnız bizim yazgımızda tekrar etmez; kurt kuş, börtü böcek, bulut çiçek, dağ taş dahi cüssesince aynı hal üzre yürür ve benzer kapılardan geçer; bulutun yağmura döndüğü, ağacın meyveye durduğu, kelebeğin güneşi selamladığı, çiğdemlerin topraktan başını uzattığı, turnaların vatanına vardığı, ırmakların okyanusu bulduğu zamandır ramazan.Küskünlüğün, düşmanlığın içeri alınmadığı, her burcunda ebediyet arzusuyla işlenmiş bayrakların dalgalandığı bir kutlu şehir, bir mübarek ülkedir RAMAZAN...............Arif YILMAZ  19/7/2012





24 Haziran 2012 Pazar

*İRİ FINDIK KABUĞU*





Bir fındık kabuğunun ihtişamlı iri görünümüne aldanıp,bir hevesle davranmayacaksın içindeki iri fındığı yemenin hayaliyle:) Çünkü içinden ne çıkacağı belli olmaz,o iri görünümünün ardında kof çıkma,mincik bir fındıkcık çıkma yada içi çürük çıkma gibi olasılıklarla karşılaşabilirsiniz. Tıpkı hayat gibi,hayat bize her şekliyle her haliyle öğüt vermekte.Bugün hevesle vede çok severek yediğim taze kabuklu fındıkları dişlerimle kütürdetirken bana düşündürttüklerinde olduğu gibi.Yada bugün  arkadaşımın verdiği DVD filmi izlerken, filmden aldığım ders gibi; ''ölmeden önce ölebilmeli'' demiş alimlerimiz,velilerimiz,Hz'lerimiz...bu filmi izlerken de , karakterlerden biri filmin sonunda ölüyordu.Birçok filmde olduğu gibi ölen karakterle birlikte insan oğlunun kendine dönüş süreci başlıyor.İşte dedim bu da onlardan biri. Ama neden? illa biri ölünce anlıyordu? ölmeden öldürtmeden ,yaşarken de ölünebilirmi hayata? daha ÖZsel bir hayat yaşamak adına.Bu gün yine bir arkadaşımın  face sf sında gördüğüm"HERKES ÖLÜR AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ" RAPUNZEL' in sözü gibi. İşte bu söz de,izlediğim film de,hatta bugün yediğim taze kabuklu fındık da bana şunu söylüyorlardı sanki; Hayatı yaşamak,hayatı hayatla yaşamak,ÖZle yaşamak. Ölebilmek ölmeden önce tüm nefsanevi dizginsiz yaşamlara. Öldürtmeden anlayabilmek bir çok şeyin kıymetini, yaşarken hayatın kıymetini her anıyla elinde tutabilmek. Hayatı dolu ve içten yaşayabilmek,iri görünümlü ama içi de dolu taze kabuklu fındık gibi :) Aldanmamak görünüşlerin boş safsatalarına, ÖZ e yönelip tadına varabilmek hayatın içtenliğine ,bir fındık tanesi misali. vede aldırmamak,gülümseyip gecebilmek bir fındık kabuğunu dahi doldurmayan minicik sorunlara yada her sorunu minik dünyamızın kabuğunu doldurmayan sorunlar olarak görüp gülümseyebilmek kendi mucizevi minik dünyamıza...ARİF YILMAZ 24/06/2012

*HER GÜNÜN IŞILDAYAN SABAHINDA PIRIL PIRIL GÖZLERLE YENİDEN DOĞMAK*



Sevgili Dostlarım.İnsan bazen hüzünlü olur, bir acı demirler hayatınıza ve öylece kalır yüreğinizin sahilinde! Aslında böyle zamanlarımda kendimi toparlayıp bir şeyler karalayamam, fikir dağınık, imla her zamankinden daha kötü. Ama olsun burası benim sığınağım değil mi, kime ne değil mi hatalarımdan..
Şu sıralar kelebekleri, ipek böceği konularını okuyorum.Ne çok cahilim Ya Rabb..Öğrenmenin sonu yok! Çocukken mahallede kozasındaki tırtıllarla uğraşırdık. Ben haylaz bir çocukluk geçirmedim. Öyle sinek kanadı koparıp, Çin işkencesi yapanlardan değildim. Tırtılları yaprakla beslediğimizi hatırlıyorum. Ne zaman kelebek olup uçacaklar diye hergün nöbetteydim..
Kendi kozalarını örerlerdi hayal meyal hatırlıyorum.Sonra kendi vücudunun etrafını örüyor ve derken tırtıl olarak girdiği dünyadan kelebek olarak uçup gidiyor..Ve oldum olası kelebekleri çok sevdim.
Tırtılın yaşam süresi galiba kanatlanan kelebek olduktan sonra çeşidine göre çok daha az oluyormuş.Hatta öyleleri varmışki kelebeklerin, ağız/hortumları bile yokmuş. Zira kelebek olunca çiftleşme görevini nesli için tamamlayıp ve çiçeklerin güzelliğinde uçmaktan sarhoş olsa gerek, acıkmaya zamanı olmadan göçüp gidermiş..Yani bizim kelebek olarak gördüğümüz hali, yaşamının son zamanları!
Üzülürdüm kelebeklerin ömrüne düne kadar, varlıklarıyla bize gösterdiklerini anlayana kadar. Meğer her güne ölebilmeyi gösteriyorlarmış tüm güzellikleriyle. O yüzden bu kadar özgür uçabiliyorlarmış. Biz ömürlü insanlara, ölmeden önce ölebilmenin güzelliğini, özelliğini simgeliyorlarmış pır pır uçan ışıltılı renkleriyle. Dokununca toz olup uçuşan, grileşen solan renkleriyle de; dokunulmazlığı, sahiplenilmezliği gösteriyorlarmış, her şeyiyle özgürlüğü yaşayarak. Kanatlarının narinliğiyle, dokunduğunda yok olan o eşsiz renkleriyle, BİR güne yaşayıp BİR güne ölmeleriyle, biz ömürlü insanlara güzelliğin sırrını açıklıyorlarmış meğer. Biriktirmeden olumsuzluklarını, tüm olumsuzluklarına ölebilmeyi gösteriyorlarmış tüm naifliklerinde.
Belirlenimsizliği gördüm, bir kelebeğin kanadının renklerine elleyince, elimde dağılıveren grimsi toz zerrelerinde. Anladım ki hayatta bir şeyleri belirlemeye, sahiplenmeye kalktıkça, tıpkı elinde dağılıveren grimsi toz zerreleri misali uçup gidiveriyor dokundukların.
Ben de kendi bedenimi bazen tırtıla benzetiyorum! Birgün, bir an gelecek ve kelebek (ruh) olarak uçup gideceğim..Tırtıl gibi kozamızı kendi bedenimizi örüyoruz yapıp ettiklerimizle..Kendi günlerimizi tüketerek..
Sürünen bir tırtıl olmaktan kurtulup, özgürce amacı için uçan bir kelebek midesini düşünmese gerek. Nasılsa tırtılken oburca dut yapraklarını yeterince yemişti..İpek böceği üretimindeki vahşete hiç girmeyeceğim..
Bedenim bir tırtıl, ahirete uçmak üzere olan bir kelebek..Dünya kozasında doymak bilmez nefsimi dut yaprağı misali besledim durdum, belkide tırtıl gibi kabir kozasına konuyoruz, orada kanatlanıyoruz ağırlıklarımızı atarak!
Bazen sorarız ya, şu neden yaratıldı ne faydası var diye..Kelebeklerin faydalarını hiç bilmesek bile bu tefekkür için yaratılmış olmaları bile az şey mi?İpek için kaynar suya atılarak yok olan tırtıllar, geride pahalı ipekler bırakıyorlar.Biz geride ne bırakıyoruz?
Sonbaharda bizi terkeden son kuşlara bakarken neler hissediyoruz?Farketmiyoruz bile şu mekanik yaşamda..! Bir kelebeğin ömrü kadar bile olsa, aşklar yaşadık mı bizi ağlatan?Kelebeğin ömrü kadar da olsa yaşanılanlar, bir ömür boyu iz bıraktı mı, unutulmayan?
Kelebeğin kanatlarındaki desenleri çizene layıkıyla kul olabildik mi? Kainat sarayında bir geçit töreni gibi gözlerimizin önünde arz-ı endam eden yaratılmışlarda O'nun (cc) mührüne nakşına hayran birer aşıklar olabildik mi?
Zerreden kürreye gören bir gönle sahip olamadan kanatlanmak ne acı..
Allah'ı bulamadan dünya kozasını terkediş ne acı..!
Ya günahlarla kabir kozasında kaynamaya terkediliş!
Bugün Pazar içimde ayrı bir hüzün, tüm kaybedişler kapıma dizilmiş gibi..Kelebek kelebek uçuşurlarken, duyduğum bir sesle haykırdım kendi kozamda:
Allah merhametini 100'e böldü, yalnız 1'ini dünyaya indirdi. Anne yavrusuna o merhametle bakar, mahlukat o şefkatle birbirini sever..Öyleyse ümitsiz bir kelebek olmak yok dedim kendi kendime. Ne aşk için, ne kulluk için, ne günahlar için..Öyleyse yeni duymuşcasına bu hükmü, ''kurtulduk'' diye içimde haykırdım. Nede olsa imanımız ve aklımız var şükürler olsun." gevşemeyin,üzülmeyin,eğer hakikaten inanıyorsanız,muhakkak üstün olan sizsiniz." işte ayet..
Her günün sonunda ölüp,yeni bir sabaha yeniden doğan sonsuz renkli kelebek gibi AN’nın güzellikleriyle birikmiş BİR günün tadıyla yaşayıp, ölebilmek bu günün sonunda. Yattığın yatağın yastığında bırakıp bedenini, ruhun sonsuzluğunda yaşarken arınıp, her günün ışıldayan sabahında, pırıl pırıl gözlerle yeniden doğmak.
Durun bir de şairlik yaparak noktalıyayım, ''An gelecek, inanmış bir kelebek olarak uçup gideceğim gül kokusu diyarlara..Görmeseler de gülümseyeceğim, ardımdan ağlayacak dostlara''ARİF YILMAZ 24/06/2012

4 Haziran 2012 Pazartesi

NEFESİN OLURUM



 
Rüzgar bir odayı dolduracaksa önce pencere pervazını okşarmış.Bir sabah serinliği yakalarsa ensemizden.Gün yüzünü döndürürken göğüsüme sıcaklığını bırakır.Bakışlarımız çarpışır yüzünün çizgilerinde kayıp giderken ben.Zaaflarını soyarım ellerimle, Sen korkularını çıkarırsın bedenimden. Göğüs kafesini alçaltıp yükselten bir heyecana karışır kokularımız.Çıplaklığım utandırmaz seni alnına değen dudaklarım kadar.Çiğ damlası gibi dökülür terin vücuduma.Dinginlik kaplar ruhumu. Sabah sessizliği ..sigara dumanında .Çay koyarsın.Sokaktan aldığımız bir simit belki yarım yamalak bir kahvaltı sonrası. Gri bir gök güzü.Cama vuran yağmurun sesi en sevdiğimiz şarkı olur düşer dilimize.Gülüşün doldurur odayı.Sen olur her şey.Üzerine uzandığım kanepe, vucudumdaki nem, rutubet kokusu..Ve ben sadece nefesin olurum dolanırım senin karanlık dehlizlerinde..Bu kadar sade.Bu kadar cesur.Bu kadar özlem doluyum :))seninle..A.YILMAZ 04/06/2012

27 Mayıs 2012 Pazar

DAVA !


Bizim gençlik yıllarımızda bir şarkıcı İbo vardı, tombul bir adamdı. "Benim balonlarım vardı" diye de bir çocuk şarkısı söylerdi.
Biz, balon yaşını geçmiştik çoktan... Bizim de "davalarmız" vardı o yıllarda. Dava sözcüğünün bizim kuşakların hayatına paralel bir hayatı oldu.
Yetmişli yıllarda en çok kullandığımız kelimelerden biriydi dava...
Herşey dava içindi.. Ömrümüz de ölümümüz de... Bizden öncekilerin bize bıraktığı en değerli mirastı dava!...
Davalı şairlerin, yazarların varisleriydik biz...Davaları yüzünden haklarında açılmamış dava bulunmayan davalı şairler, yazarlar...
Devletin kendilerinden daima "davacı" olduğu davalılar...Davaları yüzünden ömürlerinin yarısın mahpuslarda geçirmiş adamlar...
İşte bizler, yetmişli yılların gençleri bu davalı adamların davalarına gönül vermiştik.
Sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz çoğu zaman "dava" üzerine olurdu.
Biz öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmuş bir davanın erleriydik.
Davamızla birlikte ayağa kalkmak istiyorduk; yüz üstü çok sürünmüştük çünkü...
Davamız uğruna dayaklar yedik... Kapılardan kovulduk... Zaman zaman biz de öncekiler gibi devletle davalı duruma düştük...
Dava tek/Ölmemek/Peygamber/ Ne haber" olanlara karşın bizim, "hor, öksüz ama büyük bir davamız vardı.
Yıl seksen olduğunda davacı devlet bütün davalıların üstüne yürüdü... Darbeyi yiyen "köksüz davalar" ezildi... Ama bizim öksüz davamız dimdik ayakta kaldı...
28 Şubat'ta denediler sarsıldık ama yıkılmadık...
Sonunda davamızı iktidar yaptık... İktidar yapmakla kalmadık "muktedir" olması için de çok uğraştık.
Sonunda bu da oldu ama "dava" sözcüğü de sarardı soldu; dağarcığımızdan silindi gitti...
Artık dilimizde "dava" yok... Dava konuşmuyoruz, davadan konuşmuyoruz...
Hep dünyadan, hep dünyadan konuştuklarımız...
Sahi bizim davamız neydi? A.YILMAZ 27 MAYIS 2012

8 Mayıs 2012 Salı

İSTASYON VE TREN'İN AŞKI






Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.
Belki de bu yüzden trenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.
Evet, bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tren yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.
Dünyaya düştüğünden beri her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir rind ü şeydadır kara tren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan yollarda.
Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.
En bahtiyar gönülleri bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen bağrıyanık bir sevdazedenindir.
Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.
İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak, yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı, beklemeyi sabrı en iyi o bilir.
Her bahar komşu akasyaların iğdelerin çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara, ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.
Biraz gecikse trenin gelişi yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını. Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.
Herkesten önce o hisseder trenin yaklaştığını. Sevinçten heyecandan çarpan mahcup kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır.  Trenin sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…
Yorgun tren, istasyonun tam da kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini seyreder, istasyon trenin pencerelinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci giderken ardından sürükleyerek götürür tren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan ayrılmak istememesi, bin bir naz ile zorla yola koyulması, her dem sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.
Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…
İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.
Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.
Gurbet dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir.  Hissederiz lakin anlayamayız.
Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya ağaçlarının gövdelerini yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru.  Bu yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.
Eğer siz de içinde istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda. A.YILMAZ...08/05/2012


4 Şubat 2012 Cumartesi

DİNDAR BİR NESİL'Mİ ? YOKSA GANİMET PEŞİNDE KOŞAN BİR NESİL'Mİ ?

Bana öyle geliyor ki Türkiye’de gitgide yaygınlık kazandığı söylenen muhafazakârlaşma gerçek manada bir dindarlaşma ve müslümanlaşma tecrübesinden öte, temelde AK Parti iktidarıyla ilintili yapay ve sanal bir dinîleşme olgusuna tekabül etmektedir. Daha açıkçası, bu olgu bir yönüyle ya da en azından belli ölçüde, memurundan amirine, medyasından bürokrasisine kadar devletin/ülkenin hemen her sathında ve katmanında, şu anki siyasal iktidar sahiplerinin dünya görüşlerine paralel bir görüşe sahip olma meramını anlatma ve böylece farklı beklentiler adına iktidar gücüne bir nevi yaranma gayreti şeklinde görünüyor; Evet, son yılların Türkiye’sinde dinden çok söz edildiği inkâr edilemez bir gerçek. Dahası, din her geçen gün ülkede çok daha fazla söze konu oluyor. Tabir caizse her taraftan vaaz, irşad ve nasihat yağıyor. Bu arada hakikat ile hurafe de çok kere birbirine karışıyor.insanımızın dinden ne anladığını ve dolayısıyla muhafazakârlaşma denen şeyin aslında Oruç Baba’da sirkeyle iftar açma âdetinin gitgide yaygınlaşmasından ya da Hırka-i Şerif ziyaretinde ağlayanların her geçen yıl artmasından daha derin(!) manalar taşımadığını gösteriyor. Kısaca, her geçen gün din ve dinîlik daha fazla söze mevzu teşkil ediyor ve fakat onca söze rağmen gerçek manada dindarlaşma/müslümanlaşma lehinde temel ve özsel bir değişim/dönüşüm gerçekleşmiyor. Diğer taraftan, ülkedeki siyasal iktidarla İslam arasında kurulan pozitif ilişkinin dinî alanda tuhaf bir rehavet ve gevşeme hâli yarattığı da söylenebilir. Bize göre bu gevşeklik daha ziyade eskinin siyasal İslamcılarına arız olmaktadır. Zira öteden beri siyasal İslamcılığın İslam’la ilişkisi varoluşsal ve özsel olmaktan çok ideolojik düzlemde iktidarla koşullu ve suri nitelikli olduğu için, bugün kıyısından köşesinden maddi iktidara tutunmuş ve iktidarda bulunmuş olmak ister istemez rehavet ve gevşemeye yol açmakta, en nihayet geçmişteki radikallikler şimdilerde farklı tonlarda liberalliklere evrilmiş olmaktadır. Ayrıca bugün çokça tanık olunan manzaralardan biri, siyasal iktidarın yarattığı imkânlardan daha fazla yararlanma çabası şeklinde kendini göstermekte ve bu yöndeki çabalar kimi zaman Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu dönemdeki ganimet (enfal) kavgasını akla getirmektedir.
Kimilerince mücahitliğin müteahhitliğe evrilmesi diye ifade edilen bu süreçte, hâli vakti yerinden olan müslüman zümrelerin erkek kesiminde liberalliğin, kadın kesiminde ise feministliğin gitgide yaygınlık kazandığı gözlemlenmektedir. Ayrıca geçmişte fakirlikle boğuşan müslümanların şimdilerde zenginleşmesinin dinî yorum alanında da ilginç değişimlere vesile olduğu görülmektedir.Gelinen bu noktada, geleneksel ve kültürel İslam’ın her geçen gün revaç bulması “din kitlelerin afyonudur” sözünü akla getirmekte ve mevcut durum bu sözü belli ölçüde haklı çıkarmaktadır. Ayrıca dinde ritüel ve şekil boyutunun daha çok önemsenir hale gelmesi, manevi-derunî boyutuyla ilgili ihmaller ve ihlallerin kamufle edilmesi gibi bir işlev de görmektedir. Keza son yılların Türkiye’sine damgasını vuran ve iç bünyede Sünnî İslam’ın en dar yorumuna sahip çıkılmasına mukabil dış veçhede dinler-arası diyalog gibi son derece riskli projeleri hayata geçirme yönündeki çabalar da sonuçta genetik şifresiyle oynanmış bir müslümanlık ihdas etmeye müncer görünmektedir. Netice itibariyle, günümüz Türkiye müslümanlığındaki umumi hava ve manzara, “yes’elûneke ani’l-enfâl” (Ey Peygamber! Sana ganimet konusunda rahatsızlıklarını dile getirenler var.) diye başlayan Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu tarihsel vasatta yaşananlar ile müslümanların Huneyn savaşında kalabalık olmakla övünme hallerini anımsatan bir rehavet, kibir ve şımarma hâlini akla getirmektedir.Vallahu a’lem.Veselam A.YILMAZ 04/ŞUBAT/2012

2 Ocak 2012 Pazartesi

DÜŞMEYE HAZIRMISINIZ ?

Dünyanın neresinde olursa olsun yürümeyi becerebilene kadar bir bebek ortalama 200 defa düşer. Buna rağmen bırakmaz mücadeleyi, emek vermeyi, gayret göstermeyi. Ümidini kaybetmeden, inancını yitirmeden tekrar tekrar kalkmaya çalışır ve düşe düşe artık düşmeden yürür olur.

Başlangıçlar var hayatımızda ve bitişler ya da biteviye bir şeylere devam edişler. Yokuşlar ve inişler var. Düzlükler ve engebeler var. Kolaylıklar ve zorluklar var. Ancak her nerede, ne konumda, ne yaşıyor olursak olalım bilmemiz, kabul etmemiz ve yaşamamız gereken bir gerçek var: Yokuşlar, engebeler ya da zorluklarla karşılaştığımızda düşersek kalkacağız…

Dünyaya gelir bebek; bakar, görür, tanır, anlar. Zaman içerisinde doğası gereği daha net, daha çok, daha güzel görmek ve anlamak ister hatta buna ihtiyaç duyar. Bunun için de yürümesi lazımdır emeklemesi değil. Ayağa kalkmaya çalışır bebek ve düşer. Tekrar kalkar ve tekrar düşer. Tekrar kalkar ve tekrar düşer. Dünyanın neresinde olursa olsun yürümeyi becerebilene kadar bir bebek ortalama 200 defa düşer. Buna rağmen bırakmaz mücadeleyi, emek vermeyi, gayret göstermeyi. Ümidini kaybetmeden, inancını yitirmeden tekrar tekrar kalkmaya çalışır ve düşe düşe artık düşmeden yürür olur. (Büyük oranda)

Bu dünyada yaşayan, yaşamış olan ve yaşayacak olan her insanın hayatında mutlaka ama mutlaka düşüşler olmuştur/ olacaktır. Hayatın kuralıdır bu, olmazsa olmazıdır. Yağmurun yağması, güneşin açması, kuşların ötmesi gibi gerçek ve doğaldır. O yüzden mesele değildir düşmek. Mesele düşüp kalkmaktır, Nasıl yağmurun hep yağması, güneşin hep kalması, kuşların hep ötmesi büyük bir sorun olursa düştükten sonra hep öyle kalmak, kalkmamak da öyle büyük bir sorun olur. Düşen kalkmak için düşmelidir, kalmak için değil.
Mesele değildir düşmek. İnsan bir şekilde düşecektir illa ki. Ancak her düşüşünün ardından bir şeyler öğrenir/ öğrenmelidir. Öğrendikleriyle de bir sonraki düşüşünü bir öncekinden daha güzel yapmalıdır ve kalkmalıdır. Kişiliğine, gelişimine ve öğrendiklerine göre de azaltmalıdır düşüşlerini süreç içerisinde ve belki bir gün olur ya küçük bir ihtimal de olsa düşmez olur bir daha.
Mesele değildir düşmek. Mesele vazgeçmektir, yorulmaktır, bırakmaktır. Karamsarlığa kapılmak, ümitsizliğe düşmektir. “Artık olmaz”, “daha kalkamam”, “enerjim yok” demektir.. Nefes aldığımız sürece inancımız olmalıdır. Nefes aldığımız sürece ümidimiz olmalıdır. Nefes aldığımız sürece enerjimiz olmalıdır. Aynı Zarif şair gibi. Ne demişti o: “Hayır kalbim, Yorulmadım hayır hayır, Yıkıl daha”
Evet Sevgili Dostlar.  Bebeklerden ders biçelim kendimize ve yürümek istiyorsak bu hayat yolunda, hazır olalım düşmeye…Arif YILMAZ  02/01/2012

13 Eylül 2011 Salı

MERHAMET ETMEYENE MERHAMET OLUNMAZ UNUTUYORUZ

Sevgili Dostlarım İçimde kanayan bir yara, Afrika. Ve o yaranın en sızlayan yanı, Sanat kaygısıyla çekilen aç masum Afrikalı çocuk fotoğrafları...İri gözleri acı, umutsuzluk, sanki biraz da sitem yüklü.Yaşanmamış yıllara rağmen yılgın bakışları.Takat kalmamış kollarında, yüzündeki sinekleri dahi kovacak kadar.Öylesine bırakmış, öylesine terketmiş bedenini...Beden dediysem, kemik ve ona örtü olan derisinden ibaret. Ne kadar da uzaktır fotoğraftaki hal çocuk hallerinden.Ah küçüğüm, nasıl da yabancıyız senin dünyana.İşitiyoruz, görüyoruz, ama başka bir gezegende yaşıyormuşsun farzediyoruz.Biraz üzülsek de unutuveriyoruz az sonra varlığını, uğratmıyoruz düşüncelerimize.Unutmazsak nasıl uyuruz tatlı uykularımızı, nasıl gönül rahatlığı ile doyururuz karnımızı tıka basa?Sahi sen bilmezsin buralarda insanlar doyuncaya dek yerler hatta sonrasında da.Çocuklar gözbebekleridir insanlığın. Özenle giydirilir, prenses odalarında uyutulur, pahalı oyuncaklarla avutulur. Servet harcanarak okutulur. Çünkü çocuklarımız, yarın umutlarımız. Ve sen, sen de çocuk. Ama ya umut?Anneler çocuklarına bir lokma daha yedirebilmek için türlü şaklabanlıklar yapar. Çocuklar binbir nazla yutarlar lokmaları, yenmezse arkalarından ağlayacağına inanarak. O lokmanın ardından ağlayan binlerce kardeşlerinden hiç haberleri olmadan. Gelsin sonra şekerlemeler, çikolatalar, dondurmalar, pastalar... Sen hiç pasta yedin mi küçüğüm?Kremalarını yüzüne bulaştırıp, keyifli kahkahalar attın mı?Bizim buralarda insanlar çok çalışır.Sanırım oyüzden seni düşünmeye pek fırsat bulamazlar. Hiç vakitleri yoktur.Çok harcamak için çok kazanmak gerekir. Ödenecek faturaları, kredi kartları, satın alınacak arabalar, mobilyalar, giysiler, gidilecek tatiller, ler, lar... Hiç bitmez ihtiyaçları. İhtiyaç dediysem, bunu sanırım en iyi sen bilirsin. Saz bir kulübe, bir döşek, bir tabak aş. Ama bize yetmez. Bize hiçbirşey yetmez. Hep daha, daha, daha... Bir bilsen türbanlı bir ablanın bir çift ayakkabıya kaç para verdiğini, inanamazsın. Sen yine de inanma küçüğüm. İnanırsan, isyan eder ve bir daha insanlara güvenemezsin. Senin hiç yeni ayakkabın oldu mu? Yastığının altına koyupta, sevinçten uykusuz kaldın mı? Yoksa yalnız açlık mıdır gözlerini kapatmana engel?İnanamayacağın daha o kadar çok şey var ki bu dünyada.Mesela binlerce lira harcanıp yenen yemeklerden sonra, binlerce lira verilip spor salonlarına gidilir zayıflamak için. Moda denilen bir çark vardır ki peşine düşünce, düşünceler silinir. Burada Arif amcanın cep telefonu senin bir yıllık nafakana eşittir. Ne kadar yabancı sana bu dünya değil mi? Düşlerin bile uğrayamaz buralara.Senin de düşlerin vardır elbet. Bir uçurtmanın ardından gökyüzüne umarsızca süzülebilmek mesela. Ne kadar isterdim dinleyebilmeyi, umutlarını, hayallerini. O küçük yüreğindekileri duyabilmeyi.En zengin elmas madenlerinin Afrika'da olduğunu öğrendiğimde ne kadar şaşırmıştım.Bunca zenginlik içinde böylesi sefalet!Birilerine ziynet olan o taşlar size ölüm, size zulüm olmuş.Ne zaman tektaş sözü duysam içim sızlar.O günden beri kadınlarımızın düşlerini süsleyen o taşlar yerine çakıl taşlarını tercih ederim.İçimi en çok ne acıtır bilir misin? Senin çaresiz bakışlarından da daha ziyade.Ne zaman birilerine senden bahsetsem ya onlar zaten biliyordur, ya duygu sömürüsüyle suçlanırım, yada yardım edecek durumları yoktur. Senin elini tutmamak için hep bir bahane vardır. Evin ödemeleri, mobilyanın taksidi, arabanın masrafı... Bunca ihtiyaç (!) arasında sana ulaşamıyoruz. Oysa çocuklarımızdan esirgemediğimiz harçlık seni hayata bağlamaya kafidir.. Gözlerimizi kapatıyoruz, kulaklarımızı tıkıyoruz. Görmeyince, duymayınca yokoluyorsun. Kendimizi kandırıyoruz. O güzel gözlerindeki çaresizliği okuyamayanlar, birgün mezar taşını okumayı vicdanlarına nasıl anlatırlar?Merhamet etmeyene merhamet olunmaz,unutuyoruz.Kuruttuğumuz merhamet pınarının bizi çoraklığa mahkum ettiğinin farkına varamıyoruz.Sömürülmüş, ezilmiş, horgörülmüş kıtanın siyah incisi, senin vebalin boynumuzdadır bilirim. Soframızdaki her lokmada senin de hakkın var bilirim. Bilirim ama... Nefsimiz ve ardındakinin esaretinden kurtulup, gönüllü mahkumiyetten vazgeçebilsek... Ah üzerimizdeki yaldızları silip, sade hayata bir geçebilsek...Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler varya işte onların Rableri katında ecirleri vardır.Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzunda olmayacaklardır. (Bakara 2/274)İnansak ve inandığımız gibi yaşasak Bu fotoğraflar hayat bulurmuydu?Sevgili Dostlar?A.YILMAZ 13 EYLÜL 2011

11 Eylül 2011 Pazar

“BİZİM ÇOCUKLAR DARBE YAPTILAR”

Aradan 31 yıl geçmiş olmasına rağmen hala acılarını iliklerimize kadar hissettiğimiz 12 Eylül 1980 döneminden bahsedeceğim bugün size sevgili dostlar. 1980 askeri darbesine gelene kadar neler olmuş önce ondan bahsedeyim biraz…..1970’li yıllar…. Kardeşin kardeşe, babanın oğula kurşun sıktığı dönemler. Memleketimin sokaklarına varıncaya kadar bölündüğü bir dönem. Abartmış olmam, bir evin içindeki odaların dahi bölündüğü bir zaman… Sağcı solcu diyerek bu ülkenin insanlarını önce iki guruba, sonrada inançlarını yaşayan veya yaşamayan diyerek dörde, en sonunda da Alevi Sünni diyerek de altıya sekize bölündüğü bir zaman dilimi. Belki de Türk tarihinin Lale devri de dâhil olmak kaydı ile en utanılacak bir dönemi…12 Eylül askeri darbesinden yaklaşık yüz gün kadar önceydi.Cadde ve sokak duvarlarının sloganlarla yazılı olduğu, neredeyse tüm gençliğin sağ ve sol kamplar içinde yer aldığı, geceleri silahların susmadığı, birileri tarafından kurgulanan bu anlamsız mücadelenin zirvede olduğu o günlerde 23 Şubat 1979 tarihinde Cuma namazı çıkışı Metin Yüksel Fatih Camii'nin avlusunda silahlı saldırı sonucunda şehit olmasının neticesinde sakaryada etkili bir gençik gubunun önderi olarak advas düğün salonunda şehitler gecesi düzenlemiştim o geceye istanbuldan çok kalabalık bir grup'ta o geceye gelmiş ve ilerleyen saatlerde galeyana gelip slogan ve marşlar artık en yüksek perdeden söyleniyordu  mikrofonu elime alp gençlik grubunu teskin etmeye başlamştım ki polisler içerden bazı arkadaşları toplamaya başladığı andan itibaren  geceyi sonlandıran anonsumu yaptım ama misafirlerimizi istanbula uğrlamak ve sağ salim sakaryayı terk ettirmek gençlik lideri olarak bana düşmüştü o misafirlerden birisi bugün'ün  iktidar sahibiydi korkudan bedi benizi atmış can havliyle sakaryayı nasıl tekedeceğinin hesabı içindeydi  evet polis teşkilatının sevilen müdürleri gençlik lideri olarak teminat ve sözlerime güvenerek misafir gençleri en son adapazarı haydarpaşa trenine bindirib yolcu ettik  Sonra ne oldu derseniz sevgili dostlar, bu can pazarının olgunlaşmasını bekleyen şanlı ordumuzun kuvvet komutanları tarafından 31 yıl önce tamda bu gün askeri darbe yaptılar zavallı ülkemde. Güya sözüm ona kanı durduracaklar… Bir o taraftan bir bu taraftan asmaya başladılar bu gençlerimizi Amerika’nın istediği ölçüde… Sanki bu tezgâhı hazırlayan Amerika ve Rusya değilmiş gibi, birde Amerika’dan sevinç naraları atıldı 12 Eylül 1980 günü dünya kamuoyunu bilgilendirircesine. “BİZİM ÇOCUKLAR DARBE YAPTILAR” diyecek kadar pişkin bir vaziyette…12 Eylül 1980’de gün henüz aydınlanmamışken, TRT radyolarından yayınlanan İstiklal ve Harbiye Marşı eşliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama” görevini yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bir kez daha el koyduğunu kamuoyuna duyurmuştur.1970’li yıllardan 1980’li yıllara gelinceye kadar 10 yıllık zaman diliminde kaybolan gençlik yani Kaybolan nesil. Hala o günlerin utancını dahi yaşamayan bir grup ve onlara karşı bu ülkenin menfaatleri savunan ve bu uğurda yirmili yaşlarda kara toprağa girmiş bir nesil… Kara toprağa girenler kurtuldu, ya giremeyenlere ne demeli…. Onlarda ya karakollarda işkenceyle aklını yitirdi, yada zindanlarda çürümeye terk edildi…. Veya olgunlaşmasını bekleyerek bana göre tarihin en büyük hainliğini yapan o günlerin basiretsiz ve ABD güdümlü generalleri tarafından darağacına gönderilen zavallı ve masum gençlik…. Arta kalanların ise alınlarına vurdukları mühürle tüm kamu haklarından mahrum ettiği hatta açlığa terk ettiği yitik gençlik. Yazacak çok şey var aslında bu gençlik için, ama bende bu yitik neslin bir ferdi olduğum için tekrar o günlere giderek aklımı yitirmek istemiyorum… Lanet ediyorum o günlere hatta bazen kendimi kaybederek küfredebiliyorum yüreğimde yanan ve haksızlığa uğrayanların acılarının tercümanı olmak için.İşte böyle sevgili dostlar, 70’li yıllarda böyle bir nesli yitirdik göz göre, göre tıpkı Çanakkale’de yitirilen gençlik gibi. İşte bende bu yitik neslin kırıntılarıyım benim gibi onlarcasının.. O zamanda gayri resmi müttefikimiz Amerika idi ve onun maaşlı elemanları vardı bu zavallı ülkemde, şimdide Amerika sözüm ona yine benim müttefikim ve yeni işe aldıkları maaşlı elemanları görevlerinin başında….A.Y 12 EYLÜL 2011

22 Haziran 2011 Çarşamba

SEVGİLİ BABAM *MEHMED ALİ HOCA*


Ömrünü Kur’an’a, insanlığa ve eğitime adayan bir gönül erini…Pek çok kişinin kalbine ve hatıralarına yerleşmiş titizlik timsali bir Hak aşığı..Babam Hafız Mehmet Ali YILMAZ'ı sizelere tanıtmak isterim 28 Ağustos1926 tarihinde Sakarya ili Çaykışla köyünde doğdu. Zorlu bir eğitim sürecinden geçip TCDD 'de memur olarak başladığı mesleki hayatını TCDD Meslek okullarında din dersi öğretmeni olarak devam ettirdi.Manevi görevi ilk kez 1959 yılında Sami Efendi’den almıştı. O günden sonra üstadlarına olan muhabbeti ve bağlılığı gün be gün arttı. Bu sevda iklimini sohbetlerine de yansıtarak bütün ihvanını kucaklayan büyük bir sevgi yumağına dönüştürdü. Öyle ki kalb ameliyatı olduğu dönemin ertesi günlerinde bile “Beni sohbete götürün, orada şifa vardır.” derdi. Şayet gidemeyecek durumda olursa ihvanın kendi evinde misafir olmasını arzu ederdi.Bir meclise girdiğinde hemen takkesini başına takar, konuşmasına besmele ile başlardı. Ayrıca adab-ı muaşerete mümkün mertebe dikkat eder, ihvanını da sürekli uyarırdı.Sakarya Azizziye kültür ve hizmet vakfında yaptığı hizmetlerle binlerce hafız yetiştirmesi onun en büyük mutluluk kaynağıdır .
Ömrün her nefesinin ardından bir nefes daha tükeniyor. Geçen yılların değil sadece, geçen bir nefesin bile farkına varmak gerek.“Biribirinden mukaddes Alıp verdiğim her nefes İki dünyayı ayıran Bir ses değil, bir nefes…”Bu Pazar kahvaltısında biz evlat ve torunlarına ömrün kıymetini bilen 85 yaşındaki sevgili babam şöyle diyor. Telaşa de gerek yok aslında. Yolcuyuz biz. Yolcuysak, yolumuzu edeb içinde yürümeliyiz. Bütün mesele bu.
Efendimiz (s.a.v) “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olandır” buyuruyor. (Tirmizi) Belki ömrümüzün uzun olması elimizde değil, ama onu güzelliklerle doldurmak elimizde. Aslına bakarsanız onu iyiliklerle doldurmadıktan sonra uzun zamanlı sermaye de insana ancak yük getiriyor. Zenginlik nimetiyle azmak gibi. O nedenle çok yaşayanları değil, saçını Allah yolunda ağartanları övüyor Efendimiz (s.a.v).Hemen herkes bir gün iyi olmayı, güzel işler yapmayı düşleyerek yaşar. İyi bir şeyler yapacağızdır ama şimdi değil, daha vakti gelmemiştir. Henüz zamana ihtiyacımız vardır. Oysa insanın bu zaafını bilen Efendimiz bizi bu konuda da uyarıyor: “İşlerini tehir edenler, ileriye atanlar helak oldular, mahvoldular.” Ayrıca sadece geçmişe veya geleceğe yönelerek yaşamak, içinde bulunduğumuz anı değerlendirememeye sebep olur. Dem bu demdir. Ne yapacaksak şimdi yapmak gerek.
Evlatlarım Rabbim bana bir gün daha fırsat verdi, bu günde yaşıyorum bunu nasıl değerlendirmeliyim diye düşünmeliyiz. İnsan. Her yıl dönümünde bir muhasebe çilesi yaşamalı, insana yakışan bu. Ağzımızdan çıkan sözlerin, ellerimizden çıkan işlerin, ayaklarımızın yürüdüğü yolların, kulağımızdan beynimize ve kalbimize ulaşan her şeyin hesabı yapılmalı inceden inceye. Kolay değil bu…Evet Sevgili Baba'cığım devamla sözlerini şöyle sürdürdü .Sadece bir yıl için bile temize çıkmak kolay değil.👩 Ya birde bütün ömrün hesabını vermek.Kaç gönül yıktık, ya da kaç virane evi şenlendirdik? Kaç güzellik kattık dünyaya Allah için? İşte bunların hesabını verebilmeliyiz..İnsanlar olimpiyatlarda saliselik farklarla rekor kırıyorlar. Demek ki saliseler bile önemli insan hayatı için. Neler, ne zenginlikler sığıyor bir saniyenin içine. Ya bir ömre ne zenginlikler sığar? Sığdırılabilene…
kahvaltı sohbetinin finalindeki babacığımın sözleri bizleri çok umulandırdı aynen ifadesi şu oldu Evlatlarım Geriye dönüp baktığımızda, savrulur ruhumuz, dört bir yana zerre zerre, dağılırız çözülürüz; geçiyor, bitiyor diye günler... Tükeniyor diye birbiri ardınca sayılı nefesler diye üzülürüz. Yaşanmış nice acılar, işlenmiş nice günahlar sökün eder gelir de hatırımıza, bir an için ümidimizi kaybedecek gibi oluruz.Her nefes bir imkânken, bir fırsatken, değil binbir günahın karasını bembeyaz etmek, samimi bir tövbenin koskoca bir ömrü bile akpak etmeye yeteceğini sakın ha unutmayın oldu ..
Toprağın gecesine girmeden güne ve güneşe merhaba diyemiyor bir tohum.İnsanda toprağın gecesine girmeden ve ölmeden, mahşerin sabahına, cennetin baharına doğamaz asla.Kaç nefes kaldı, ömürden geriye?Geldik ... gidiyoruz ...şu güzelim dünyadan… Kalanlara da, göçenlere de selam olsun. Gönül niyazım budur.ARİF YILMAZ HAZİRAN 2011