30 Nisan 2010 Cuma
NASIL GELDİLERSE ÖYLE GİTMELERİ KAÇINILMAZDIR.
İnsanları korkutursanız kolay yönetirsiniz” diyor bir diktatör. Korkan insan iyi düşünemez, iyi öğrenemez ama iyi itaat eder.Tarihte diktatörlük yönetimlerine baktığımızda, en önemlileri, Stalin ve Hit’lerdir. Örneğin Stalin’in 10–15 milyon insanın ölümüne sebep olduğu söylenir.eski çağlarda yaşayan dinazorların DNAlarını bularak yeniden canlandıran bilim adamının öyküsünün konu edildiği Jurassic Parkın Türkiyede son dönemde yerleştirilen korku imparatorluğuyla benzerlik gösterdiği aşikardır.İktidarın korku imparatorluğunun yaratmış olduğu baskıdan çok ciddi bir şekilde insanlarımız etkinlendmiştir. Ergenekon iddianamelerini okuyan her kişi, kendilerinin de dinleneceği endişesine kapıldı. Bu dinleme öyle bir noktaya geldi ki, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılarının idari amiri durumundaki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının, Yargıtayın, milletvekillerinin dinlenmesine kadar vardı. İnternet siteleri Genekurmay Başkanının dinlendiğini ve konuşmaları deşifre eder hale geldiler. Tüm toplumda çıplak insan psikolojisi yaratıldı Korkutmaın amacı;Son zamanlardaki gelişmeler bir oyunda "son perde" denildiğini gösteriyor. Bu son perde oyun da bana fil terbiyecilerini hatırlatıyor. Nedir fil terbiyesi? Filler hep ayni su yolunu takip ederlermiş. Bunu bilen beyaz adam tuzağını bu su yolu üzerine kurarmış. Kendileri de kara kukuletalı kara elbiseler giyerlermiş. Tuzağa düşen fil günlerce aç bırakılır, işkenceler uygulanırmış. Filin direncinin bittiği noktada siyah kukuletalı adam beyaz elbisesini giyer ve fili tuzaktan kurtarır. Filin yaralarını tedavi eder, karnını doyurur. Zavallı fil bu beyaz elbiseli fakat kara yürekli adama tabi olur. Artık o bir sirkin "uyumlu filciği" haline gelirmiş!?..Evet sevgili dostlarım, bu millet kaçıncı defadır tuzağa düşüyor? Kaçıncı defadır kendini "sirk canbazına" çeviren beyaz adama kurtarıcısı gibi bakıyor? Ben sayısını unuttum. Atatürk’ün ölümü ile başlayan bir hikaye bu.Gene fil terbiyecileri ortada, gene tuzaklar kuruluyor. Gene beyaz adam kullanım tarihi bitenler yerine yeni oyuncularının peşinde. Akşam gazetesi köşesinde Serdar Turgut , ABD gezisinin ardından Başbakan’ın üstü ‘’X’’ diye bir yazı yazdı. Birçok aymaz buna sevinecektir. Onlar hep beyaz adama meftun oldular. Kurtuluşu hep onlarda gördüler. Çünkü bu millete reva gördükleri şey sirk maymunluğundan başka birşey değildi..Son günlerde belli noktalar "daha önce hiç konuşmayanlar" değişik beyanatlar vermeye başladılar. Zaten direktifler doğrultusunda aba altından sopa gösterildiği anlaşılıyordu. Ülkede iktidara gelenler hep ABD icazet gölgesinde iktidara gelmediler mi? Bu ülkede daha parti bile kurmadan ABD’ye gidip döndüğünde "hükümet kuracağız" diyen ve gerçekten parti kurup iktidar olanları gördük. Parti bile kurmadan, hükümet olacaklarından emin oldukları için yakın arkadaşlarına bakanlık sözü verdiklerini. Bu hangi bağımsız ülkede olur? Tabii kendilerini getirenlere hizmet hep asli görevleri oldu. Ne zaman ki memurlarından verim alamaz oldular, yeni alternatifleri yeni gösteriler için sahaya sürüldü. Halk da her yeni oyuncuya bir ümit diyerek sarıldı..Evet, bu hükümet gerçekten global güçlere en çok teslim olmuş bir hükümettir. Bu dönem Türkiye’ye en açık saldırıların yapıldığı bir dönemdir. Tahribat o kadar büyüktür ki, olumsuz etkileri yıllarca sürebilir. Bu çıkan yasalar ülkeyi bölünmeye götürebilir. Bu yasalar nedeni ile ülke tazminatlar ödemeye mahkum olabilir. Yani bizler yeniden bir kurtuluş savaşı vermek durumunda kalabiliriz.Bütün bunlara rağmen Başbakan’ın üzeri ‘’X’’ yazısına sevinemiyorum. Biliyorum ki, global dünyanın patronları yeni oyuncularını çoktaaaan hazırladılar. Bunun adı demokrasi olur, milliyetçi olur, cumhuriyetçi olur, sosyal demokrat olur, hiç farketmez. Yönetmen aynıdır. Ekibi içeride ve hep etkili ve yetkili makamlardadır. O nedenle tuzağı kuranla tuzaktan çıkarmış gibi yapanların aynı güçler olduğunu hiç anlamazsınız. Zaten Edelman’ın son seçimlerde'de seçim kurulunu neden ziyaret ettiğini de hiç sogulamamıştık. Herşey normaldi!.. Hatta ‘’demokrasi..!?’’ adına Sayın Baykal’da ara Siirt seçimlerine'de destek vermişti. Yani Derin Uluslararası Güce.? ülke içinde herkes ‘’EVET’’ Demişti.Peki bu durumda neye sevinip neye üzüleceğim? Ben ne zaman ülkem örtülü işgalden kurtulursa o zaman sevinirim. Madenlerimizi kendimiz işletebildiğimizde, kendi silahlarımızı yapabildiğimizde, onurlu bir dış politikamız olduğunda..Ve ‘’GAZETECİLERİN’’ ABD onayından bahsetmekten utandıkları zaman sevinirim. Yani basının basın, gazetecinin gazeteci olduğu zaman..Ve…Kendi Başbakan’ımı kendim seçip kendim yolladığım zaman…Bunlar olmadan benim üzüntüm hergündür…Her andır…’’Kim nasıl geldi ise öyle gitmesi kaçınılmazdır. Bunda şaşıracak birşey yoktur. .Halkları aptal yerine koyanlar tarih boyunca bunun yanıtını çok sert bir biçimde almışlardır.İnsanlık denilen ulu orman,ne oğullar kızlar yetiştirerek binlerce diktatörü ve onların yağdanlıklarını,saltanatlarının yıkıntıları arasına gömmüştür. Zalimler,kültürleri,duyguları,dilleri,aşkları yok etmediği sürece rahat uyuyamayacaklardır.Bütün zalimler mutsuz ve hayal kırıklığı içinde ölmek zorunda'dırlar
“yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” mazlumların hak arama direnişi,aşkın ve insanlığın direnişi devam edecektir. A.Y 30/04/2010
.
26 Nisan 2010 Pazartesi
İNSAN'IN BÜYÜK YÜRÜYÜŞÜ
Etrafımda binlerce insan Kadın/erkek, genç yaşlı Sıcak güneşin altında Biraz önce uğradığım Tüm coşkuları yaşadığım Allah’ın evi Kâbe’den İnançla tepeye yürüyorum İçimdeki coşku selini Dışımdaki insan selini Kafamdan geçenleri Kalbimden geçenleri Tarifi imkânsız olarak Bütün derinliğinde İçtenliğinde yaşıyorum Tepeye vardığımda Bakındım şaşkınlıkla Binlerce/milyonlarca Beyaz giysili insanlarla Vadiler, tepeler doluydu Dünyanın her yerinden Dilleri/ırkları farklı Ülkeleri/kıtaları farklı Birbirini konuşarak Anlamaz birçok insan Aynı inançla/din diliyle Aynı şeyleri söyleyerek Yürüyorlardı tekbirleriyle İçimden yükselen Bilgi ve bilincimle Düğümlenen dilime Yüreğimden söylenen Aklımla/muhakememle Sezgimle ve kalbimle Rabbime yöneldim Ufukların tepesinden Arafat’ın yükseğinden İşte huzurundayım Biliyorum her yerde Her zaman senin Hep huzurundaydım Ama bu gün, ayrı Bu gün çok farklı Toplanın dediğin yerde Ben, aklımla kalbimle Tekrar huzurundayım Dünyaya geldiğimden Benliğimi edindiğimden İtibaren hep seslendim Senin yolunda yürürken Dünyanın çeşitli yerlerinden Sürekli sana yöneldim Zamanlar içinde kendimi Süzdüm yanlışlar içinden Ganjın serin sularında Yıkanıp temizlenirken Himalayaların tepesinden Budha’nın aydınlık ateşini Karanlığa yaktığı yerlerden Tibet yaylalarından seslendim Mısırın Nil nehrindeydim Anadolu medeniyetlerinden Azteklerin ülkelerinden Avrupa’nın orta yerinden Olimpos’un tanrılar şehrinden Uçsuz bucaksız çöllerden Dünyanın güneyinden/kuzeyinden İsa’nın çarmıha gerildiği yerden Muhammed’i yükselttiğin yerden Musa’nın ateşi gördüğü Kutsal saydığın tepeden Mısır piramitlerinin dibinden Muhammed’in taşlandığı Kan revan içinde bırakıldığı Sürgün edildiği Mekke’den Sürekli sana seslendim Beni duymanı, korumanı Beni sevmeni, yanına almanı Bütün gönlümle istedim Biliyorum dünyada görevim Sona ermeden, vaadin gelmeden Senin yanına gelemem Sana eğik yüzümle/kalbimle İçimi yakan kirlerimle Sana asla gelemem Ama sana sevgimle Bütün kalbimle yönelirim Uzun yolculuğumda Siyahtım/beyazdım/sarıydım Her kabileden/ırktandım Her dili konuştum sana Amacım sana ulaşacaktım Öyle dar zamanlar Öyle zorlu/sıkıntılar Geçirdim ki tanrım Korkularım vardı Çoğu zaman benim Beni senden uzaklaştıran Çoğu zaman Korkularıma yenildim Dünyada Yaşamayı Ölümsüz olmayı istedim Kurgularımla Kendimi evrenin Özünde buldum Evrenin derinliklerinde Dünyadan öte dolaştım Benden önce yaşayan Atalarımın ruhlarından Evlatlarımın torunlarımın Ruhlarında yaşadım Başka insanların Başka varlıkların Vücutlarında dünyaya Defalarca geldim yaşadım Senin varlığında Hepten kayboldum Vücudunda vahdet dedim Bende tanrı’da bir dedim Ve sonunda tanrı benim dedim Seni bende, beni sende gördüm Ama şimdi biliyorum Bütün bunlar korkularımın Aklımda, muhakememde Dalgalandırdığı insandım Korkularımın yanılsamasında Aklımın güçsüzlüğünde Ve de sınırlarında Cehalet içindeki atalarımın Öngörü ve tabularında Seni kaybettim Sensiz güçsüzleştim. Artık şundan kesin eminim Bütün şüphelerimi hallettim Sen yaratansın ben yaratılan Sen ayrı varlıksın ben ayrıyım Ben sana hiç bir şey yapamam Sen bana her şey yapabilirsin Sen hiç bir şeye muhtaç değilsin Ben sana muhtacım/bağlıyım Şimdi huzurundayım Korkularımdan arınmış Kalbim sevginle dolmuş Senin gönderdiğin dünyada Senin istediğin şekilde huzurda Sana sesleniyorum Sana yalvarıyorum Korkularımı affet Kurgularımı affet Ben içimdeki Bütün şeytanlarımı Acımasızca taşladım Şeytanla arkadaşlığımı Bitirdim/soyundum/yıkandım Dünya elbiselerinden arındım Atalarımdan gelen yanlışlardan Bilgilerin/bilinçlerin kirlerinden Arındım/temizlendim sana geldim Özgürlüğümü hissederek Aklımla hükmederek Muhakememle erişerek Sevginle/sevgimle yönelerek Yara Rabbi, Bundan böyle, Aklıma yenilmeyeceğim Tarihe yenilmeyeceğim Atalarıma yenilmeyeceğim Şeytana yenilmeyeceğim Korkularıma yenilmeyeceğim Senden gelen hidayeti/aydınlığı Kin/nefret ve korkudan gelen karanlığı Bilgi ve bilinçle ayırıyor Bilgi ve bilinçle seçiyor Bilgi ve bilinçle özgürlüğü Huzurunda haykırıyor Ve buradan dünyaya Seninle, yeniden doğuyorum Beni dünyaya gönderdiğin aklıkla/saflıkla/berraklıkla Senden geldiğim özle/esasla Yeniden dünyaya/hayata Görevlerimi özgürce yapmaya Tüm kirler ve haksızlıklardan Tüm yalan ve riyakârlıklardan Uzak durarak/ve savaşarak İnsanca yaşama dönüyorum Geçmişimi tümüyle af et Geleceğimde bana yardım et Beni hidayete/aydınlığa Ulaşan kullarınla beraber kıl Beni özgürlüğe/kurtuluşa Eren kullarınla beraber kıl Bizi hidayete/aydınlığa Özgür yarınlara nasip kıl Sen en büyüksün Allah’ım Sen en güçlüsün Allah’ım Sen yaratan/verensin Allah’ım Sen gönderen/alansın Allah’ım Senden geldim, sana geliyorum Beni katında kabul et Allah’ım
22 Nisan 2010 Perşembe
BUGÜN 23 NİSAN
Büyük Atatürk’ün ülkemizin çocuklarına armağan ettiği ve çocuk bayramı olarak kutlanmasını istediği 23 Nisan’ ı “dünya da ilk kez ve hala tek” yaklaşık kırk sene önce ben de bugünkü çocukların kutladığı gibi kutlamıştım, üç yaş aşağı-beş yaş yukarı yaşıtlarımla birlikte. Belki o günlerde içimize dolan neşenin daha farklı bir mayası vardı ama neşeydi sonuçta.Bulvarlar, geniş vitrinli mağazalar, bugünküler gibi rengarenk ışıklar saçmıyordu. Sokaklar 60 vatlık Edison ampullerle, caddeler direklere karşılıklı dizilmiş flouresant lambalarla ancak bir adım önümüzü görebileceğimiz kadar ışıklandırılıyordu. Gene de bugünlerden çok daha aydınlıktı geceler.Ve gene o zamanlar bulvar boyu iki sıralı ağaçlarda mevsimine göre kuş cıvıltılarından başka ses duyulmaz, üstümüze-başımıza sıçramasından korktuğumuz tek pislikte sadece bu kuşların def-i hacetleri olurdu. O güne kadar geçen zaman başka pislik üretmeye yetmeyecek kadar da kısa değildi üstelik ama bugünlerden çok daha berrak doğuyordu güneş. Balçıklı eller güneşi sıvama işine bugünlerde olduğu gibi soyunmamışlardı henüz.Bugün hala gözümün önündedir, böylesi bir bayram coşkususun yaşandığı gecelerden birinde şık tuvaletleri ile bayanların, smokinli baylar tarafından davet edildiği açık hava dans pistinin ortasında günün moda danslarının ahengiyle ve orkestra eşliğinde yaptıkları dansın çizgileri. Eldivenli garsonların zarif hareketlerle doldurdukları kadehlerdeki kırmızı şarabın kokusunun da burnumda hala tütmekte olduğu gibi. O günlerde deklanşöre basıldığı zaman ortaya, kimilerimizin şekil olarak hoşuna gitmese de sıradan yaşamlar içinden bile işte böylesine güzel fotoğraflar çıkabiliyordu.Antetleri dışında tamamı siyah-beyaz gazeteler, sekiz sayfaya sadece Pazar günleri ulaşabilse de dört sütuna yarım sayfa kaplayan çizgi romanlar, bütün masumiyetleri ile gene de çocuksu hayallerin bulutlar arasına saklanmış gezegenlerine sağlam basamaklı merdivenler kurmaya çalışıyorlardı. Derse çalışmaya davet zamanı geldiğinde de saçlarımızı sevgiyle okşayan eller ile bir sonraki gün okul hademesinin çaldığı ve dersin kendisine davet anlamına gelen çıngıraklı zili sallayan eller sanki aynı ellerdi.23 Nisan’ı kendi adıma içime dolan neşeyle kutladığım günlerden bu yana kırk yıl geçti neredeyse. Çocuk yüreğime sakladığım albümdeki o fotoğrafların görüntülerinin neredeyse tümünün yerlerinde nice yeller esiyor, üzerlerinden kimbilir kaç kat ziftli asfalt geçti. Ve ben buna rağmen o günler çok daha aydınlıktı diyorum. Çok daha güzeldi, renkliydi. Bunun aksini söyleyecek benimle yaşdaş sayılabilecek kaç arkadaşımız vardır aramızda bilmiyorum ama bildiğim bir başka şey daha var...Evet, bildiğim bir başka şey daha var.Bugünlerin tartışılır ve giderek daha da kararmakta, karartılmakta olan aydınlığının sorumlusunun; benim büyük Atatürk’ün armağan etmesi ile kutlamış olduğum son 23 Nisan bayramında izleyici tribünlerinden hep birlikte alkış aldığımız, içimize dolan neşeyi aynı sahada çocuksu bir şölene dönüştürdüğümüz o arkadaşlarımızın ya da benim ya da sizin ya da hepimizin olduğudur …. Bugün çocuklarımız sadece bugünün gerçek anlamını öğrensinler ve kimin sayesinde kutlayabildiklerini, kimin sayesinde “içlerinin neşeyle dolduğunu” bilsinler ve sadece ve sadece bunu hiç unutmasınlar. Bu yeter işte yarınların aydınlanması için ..A.Y…23 nisan 2010
18 Nisan 2010 Pazar
ONU RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ
İkindi vakti, kısa aralıklarla durup tekrar esen hafif rüzgâr kulaklarımıza inceden inceye bir matem havasını haber verir gibiydi. Açık havada kendimize bir hafta sonu meşgalesi uydurmuştuk. Çocuklarımla birlikte gemlik gübre sanayii deki görevim nedeniyle rıhtıma inip balık tutarken fabrikadan yük alan geminin kaptanı kaptan köşkünden seslendi. Televizyondan geçen alt yazılardan öğrenmiş. Kırık bir ses tonu ile ölüm haberini iletti. Bir süre çocuklarımla bir birimize bakıştık. Sonra mukadderat denen ilahi taksimatın şuuru ile başımız önümüze eğildi.Düşük veya duraksayan tempoda, denizin dalgası ve geminin motorunun sesleri bir birine karışıp an be an içimize işleyen hüzün duygusuna eşlik etti… 1993… 17 Nisan … yine bir Cumartesi günü idi… Bu gün geriye dönüp baktığımda 17 koca yıl geçmiş. Malatya’nın bağrından çıkıp yüce milletin gönlünde taht kurmuş, yakın tarihine şerh düşmüş, önemli köşe taşlarından birini ebedi yolculuğa uğurlayışın on yedinci yılı. Rahmet olsun… Nur olsun…Bilenler bilir. Onu yakından tanıyanlar, öğrencilik yıllarından itibaren, çalışma hayatında, siyaset dünyasında benim gibi onunla teşriki mesai içerisinde olanlar elbette çok daha fazla malumat sahibidir. bana göre merhum Özal’ın en mümeyyiz vasfı onun gönül insanı, gizli ya da aşikâr derviş ruhu, kalender yapısı, insani yönüdür. Şu kadar yıl ülke insanı olarak bizlere bıraktığı imaj, Onun tarih, memleket, millet ve insan sevgisidir. Milliyetçiliği ideolojik bir etiket olarak değil hayatına yansıtan insani bir vasıf haline getirmiştir. Yani milliyetçilik, ülke insanını kategorize eden, kamplaştıran, kutuplara ayıran, mevhumuna muhalif, çatışmacı, kuru bir söylem değil, bilakis ülke insanını sevmek ve yüceltmek özlem ve çabası içerisinde olmaksa… Turgut Özal işte tam da böylesine sahici bir milliyetçiliğin mümessili olmuştur.
Onun bir diğer bariz özelliği çalışkanlığıdır. Turgut Özal’ın çalışkanlığını değerlendirmek bize düşmez. Ortaya çıkardığı eserler bunun en canlı belgeleridir. Bu gün yaşadığımız pek çok yeniliğin başlatıcısı, mimarı merhum Özal olmuştur.
Bir diğer önemli özelliği cesaret ve basiret sahibi oluşudur. Bu iki özelliği bir arada zikretmek durumundayız. Zira basiret olmaksızın cesaret kendi başına kontrolsüz bir güç anlamına gelmektedir. Oysa Turgut Özal da müteaddit vesilelerle örnekleri görülen cesaretine paralel, tedbiri elden bırakmayan, tavır ve davranışlarında makuliyet sınırlarını gözeten yönü ile özetlenebilecek hep bir basiret öğesi vardır. Türkiye’yi vesayet ve ideoloji cenderesinden çıkartıp medeni bir ülkeye dönüşümün mimarlarından bir olurken bunu cesaret ve basireti ile yapmıştır.Sağdan ve soldan onu sevmeyenler, istiskal edenler, eleştirenler olmuştur. Sağdan gelen itirazlar daha çok onun liberal, çoğulcu, kuşatıcı görüş ve uygulamalarına getirilen eleştirilerden kaynaklanmaktadır. Bu taraftan gelen eleştiriler toptan bir reddiye değil, bunun yerine kimi uygulamalardan duyulan rahatsızlıklardır. Buna karşın sol cenahtan tamamen ideolojik saiklerle toptancı bir karşı duruş söz konusudur.
Bize düşen ölüm yıldönümlerinde elbette ağıtlar yakmak değil, Özal’ın ruh ve düşünce dünyasını anlamak, bununla yetinmeyip, yaşasaydı, neler yapmak isterdi, nasıl bir Türkiye özlemi içerisinde olurdu, bunu tahayyül ederek, bu çaba içerisinde olmaktır. Bu toprağın insanları Onun ölümü için “kesemizden gitti” derler. Sadece bu toprağın, Malatya’nın değil, Türkiye’nin, insanlığın kesesinden gitti. Yani Özal’ın ölümü zarar hanemize düşülmüş acı kayıttır. Saygı ve rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsın.......A.Y.....17 NİSAN 2010
1 Nisan 2010 Perşembe
USULÜNE UYGUN YAZILMAMIŞ DİLEKÇE
Tutmayan dualarından şikâyet ediyorsan eğer; usulüne uygun yazılmamış bir dilekçe salmışsın demektir gök kubbeye. Muhatap makam ne kadar kıytırık olursa olsun usulsüz dilekçeler kabul edilmezken şartlarına riayet edilmeyen duan nasıl tutsun?Dua, Allah'a çıkarılmış davet ve insanın acziyet itirafıdır. Kişinin kendi kendisine yetmediğinin bilincidir. Dua, tüm iradesini sergileyip bittim diyenlerin hakkıdır. Gerçekten “bittim” diyene “dayan kulum yettim” diyecektir Allah.Sahi var mı içimizde “bittim ey rabbim” diyebilen .Kim o ? Hiç şüphen olmasın dostum yardımı hak ediyorsan Allahın yardımı pek yakındır mahzun olma sakın.Yaptığımız yalvarışlar, mektupsuz zarflara benziyorlar. Beden var ama ruh yok. Ağlamayan bir göz, utanmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz ve eyleme dönüştürülmemiş binlerce söz ile yapılan sızlanmalar nasıl itibar görsün ilahi makamda.Acımayan, hissetmeyen, tutuşmayan, merhamet etmeyen, duymayan, görmeyen bir yüreğin feryadı mı olur?Kas katı kesilmiş aşk garibi gönüller dua gibi mükemmel bir mesajı hangi yürekle, hangi enerjiyle sevk ederler adresine? Sesin ve sözün sahibini duymayan, kendi sesini de sahibine duyurmaktan aciz olan bir öz, geleceği dahi sarsacak bir sayhayı gönderebilir mi semâya?Hal bu ki dua, güftesi aşk bestesi acziyet ve acı olan kendine has bir şarkıdır.Bu şarkıyı okuyacak olanın mazlum olması yetmez; kendinin mazlum oluşu zalimlerin zulmüne teşvik olmamış olması gerekir.Bu şarkıyı mırıldanacak kişinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır.Bunun bilincinde olursa eğer, duayı bir yavrunun annesinden isteyişi gibi ısrarla isteyecektir, Allah'a çıkarılmış bir davetiye varsa, onunda bir adresi bir aidiyeti olması gerekir. Hem davet edip hem de adresinde bulunmuyorsa sorumsuzun teki demektir. Kim inanır onun sızlanmasında samimi olduğuna.Hadi diyelim ki adresinde durdu. Bu sefer de, davetine icabet edecek Allah'a verecek bir yüreği olmalı. Karaca Ahmet mezarlığına dönmüş bir yüreğe davet edilir mi o?Kulun gücünün tükendiği yerde Allah'ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiğini kontrol ettiniz mi? Hala biraz gücünüz, bir parça damarlarınız da kanınız varsa onu da harcayın ve en ihtiyacınız olan bir anda açılan kapıyı görün.Taif dönüşü peygamberin son çaresi de tükenmiş ve gücünün bittiğini anlamıştı. Gidecek bir yeri, sığınacak bir kapısı, barınacak bir çatısı da kalmamıştı üstelik.Aklın yönteminin bittiği yerde aşkın kollarına bırakmıştı kendisini ve bir dua salmıştı rabbine. Hem öyle bir dua ki hedefini bulmuş ve peygamberliğinin gün dönümü olan bir süreç başlatmıştı.Nebinin yaşlı gözleriyle ve Mekke ye bakarak yaptığı ve tarihi dönüştürecek olan duası;
Allah'ım! gücümün bittiğini sana arz ediyorum.
insanların gözünde aşağılandığımı sana şikayet ediyorum!
Ya rahman ve rahim!
Sensin ezilmişlerin Rabbi!
Sensin benim Rabbim!
Beni kimlerin eline bıraktın?
Bana eziyet eden yabancıların eline mi?
Yoksa davamı harcayacak bir düşmana mı?
Eğer sen bana darılmadıysan,
kesinlikle bunlara aldırmıyorum.
Lakin iyiliğin bana güç verecektir.
Senin ışığına sığınırım,
karanlıkları aydınlatan ışığına...
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.
Sana sığındım, yeter ki benden razı ol.
Güç ve kuvvet sendendir,
yalnız senden."
Amin. .........A.YILMAZ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)