31 Aralık 2010 Cuma
CAMLARI AÇALIM KONAK HAVALANSIN.
Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş..
Meclislerde kahvenin ikram edildiği zamanlarda söylendi bu söz:
"Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.."
İkramlar değişti, insanlar değişti, ama bahaneler hep aynıydı. Muhabbet istendi ve lakin öyle bulunmaz cevher idi ki artık dost, ne sözün değeri kalmıştı, ne meclisin.
Tam da böyle bir zaman diliminde vak'a-nüvisler(Osmanlı İmparatorluğu zamanında devletin tarihsel olayları kaydetmekle görevlendirdiği kişilere verilen isim.) tarih düştüler (bu ben oluyorum :))). İsa'nın doğumundan 2010 sene 01 saat sonra, nam-ı esbak Sofhange (sapanca)tarihi İpek Yolu’nun üzerinde kamelya evlerde güzelce bir konakta, onüç kimesne bir araya geldi ki sohbetin, muhabbetin hassü'l-ehassına belagat-ı osmaniyye'den nefhalar'a şahit oldu cümle müşterek Arif yılmaz ehli.:))
Mücella hanımın elceğizleriyle yaptığı ikramların tadını, Musafir Komşu hanımların neşeli hali daha da bir tatlandırdı. Sonra gelsin çaylar, çıtlasın çekirdekler. Yüzler pür-neşe, gözlerde sürur. Gönüllerde samimiyetin vefalı çarpıntısı.Çayın demine nispet, koyu demli bir muhabbettir sardı mekanı. Karnımız doydu da elhamdülillah, gönlümüz doymadı yaran'a.
Bazan düşünüyorum da olaylar veya meseleler karşısında, ilmimiz ve ferasetimiz dar olduğu için mi bizi temsil edenlerin basit insanlar olmasını tercih ediyoruz?
Öyle olduğumuzdan mı niteliksiz ve sathî değerlendirmeleri alkışlayıp taltif ediyoruz?
Her rüzgarla oraya buraya savrulan kuru yapraklar misali, kimin rüzgarı daha güçlüyse yönümüzü o belirliyor. Birileri sahneye bir oyuncu çıkarıyor, hep birlikte tezahüratla alkışlıyoruz.
Dün sokaklardan toplatılan sakallı cüppeli insanlara "mürteci" diyenler, bugün içlerinden birinin "medyatik" konuşmalarıyla sermest ettiler hepimizi (!)
Şimdi "kralın soytarısı" misali bir cübbeli çıkmış. Ne edep var, ne hitabet. O kral kimdir necidir bilmem ama, muhtemelen "çıplak".Her laf edenin peşinden gidenleriyse kurt kapar. Belki de o lafbazın kendisi kurttur.Gayet argo ve üsulden uzak sözleri ağzından dökülürken, "adam da ne güzel söylemiş" demek yerine, şöyle bir düşünmemiz gerekmiyor mu: Bu mesele karşısında efkar-ı umumiyeyi temsil edecek olan sözler bunlar mı? Biz Türk halkı bu kadar kalitesiz mi ifade ediyoruz meramımızı?
Bu vesileyle Yunus Emre'nin ruhuna da rahmet okumak istiyorum. Bir şiirinde der ki:
Yunus bu sözleri çatar, sanki balı yaga katar
Halka mata’larun satar, yüki gevherdür, tuz degül
Yani ki, söz bir cevherdir. Onu tuz satıcısına emanet edersen, kıymetini tuz pahasına çevirerek satar. Siz siz olun, sözü sahibinden dinleyin. *söz bir cevherdir laf'a kananlara uğurlar olsun.
Tekrarını en yakın zamanda ısrarla talep ediyoruz efendim diyen.
bizi yalnız bırakmayan sevgili dostlarımız, inanın neşemize neşe kattınız. ;)
Arif YILMAZ 01 OCAK 2011
25 Aralık 2010 Cumartesi
ÖLÜMLÜYE SEVGİ VE AŞK MAHREMDİR ONU FAAŞ EDEN MAHREMİNE HALEL GETİRİR......
sene,1961, 15 eylül. 9 ay 20 gün süren 287 oturumluk yassıada duruşmalarının son günü. adnan menderes, bakımda olduğu için katılamadığı bu son duruşmada salim başol'un duruşmayı nihayete erdiren sözü yassıada duruşmalarının bitmesini bekleyen türkiye'de yeni bir dönemi açıyordu: "15 sanığın idamına..."bütün çalışmalara, affı çeşitli kereler istenmesine, hatta amerika birleşik devletleri idam'ın sonuçlarının iyi olmayacağını söyleyerek komite üzerinde baskı kurmasına rağmen milli birlik komitesi türkiye cumhuriyeti'nin başbakanını idam etmekten geri durmamıştı. menderes ise, bütün bunlardan habersizdi. kendisine idam kararı dahi tebliğ edilmemişti. yine de bir sükut gözleniyordu kendisinde. intihar girişiminde bulunduğu o gün artık geride kalmış gibiydi.kendisinden, intihar girişiminde kimsenin sorumlu olmadığını gösteren bir yazılı belge vermesini istediler. fazla üstelemedi. sözlerini kaydeden teyp çalışırken, "aslında ölmeye çoktan kararlıydım" diyordu "dayanmaktan, katlanmaktan yorulup usanmıştım..."bundan sonra, kendisini kaldırdılar, götürdüler. "nereye?" diye sordu, "deniz hastanesi'ne" dediler."ne olur kumandan" diye cevapladı, "berrin'den mektup geldikçe bana iletiverin."oysa berrin hanım'ın son mektubu çoktan eline ulaşmıştı.idam edileceği yere götürüldüğünde ve infaz elbisesi giydirildiğinde, büyük bir hüzün ve şaşkınlık içindeydi. yakasına infaz kararı iliştirilip boş bir odada bir koltuğa oturtulduğunda şaşkınlığı, hüznü yüzünden okunuyordu. imralı cezaevi müdürü ahmet acarol sonradan kendisi hakkında "gayet halsiz, böyle şaşkın, yanlış anlaşılmasın böyle tam bir uyanıklık durumu yok, hatta uyanık değil" diyecekti.idam kararını birden öğrenmiş ve üstüne infaz elbisesi giydirilmiş biri için fazla şaşırtıcı olmayacak bu ruh hali menderes'te fazla uzun sürmedi. son sözleri sorulduğunda "hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim. bu arada karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum." diyordu..bitkin, bezmiş bir halde bu sözlerden sonra yürüdü.kendisini idam sehbasına yerleştirdiler. idam edilirken son sözleri şu oldu:"hiç küskün değilim hiçbir dargınlık duymuyorum.."şimdi bu noktada filmi biraz geriye alalım. menderes hiçbir dargınlık, kırgınlık duymadığını son sözlerinde söyledi, ancak hayatının büyük kısmını paylaştığı berrin hanım acaba menderes'e karşı bir kırgınlık sahibi miydi?bu spekülasyonu yapmadan önce hatırlamamız gereken şey , yassıada duruşmalarında ortaya atılan don davası, köpek davası gibi davalardan mada menderes'in tek aklandığı dava olan "bebek davası" ve gizli aşkıdır.menderes ismini asla söylemedi, böyle birinin olduğunu bile kabul ettiğini söylemek çok güç. ancak "gizli aşkı" ayhan aydan mahkeme sırasında çıkıp herkesin önünde şöyle şerh düşüyordu tarihe: "ben bu adamı sevdim."'Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.' Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? (mesnevi)Su, kendine sırdaş arıyordu. Önce buluta verdi sırrını. Ağır geldi sır buluta. Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını.Sonra göle gitti su. Ona anlattı derdini. Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için, zaman zaman taşıyordu göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu.Sonra nehre verdi su sırrını. Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. Dereye verdi. Dere biraz daha yavaş olsada nehirden, o da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze... Çağlayanlar, şelaleler, akarsular.. Hepsi kayboluyordu bir anda. Sonra bir gün su takip etti dereyi. Dereye okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla, ırmaklarla... okyanusa taşındığını.Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. Öyle de yaptı zaten. Tüm sırlarını okyanusa verdi. Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu....g eçen karşılaştık suyla. Bir bardaktaydı. Suskundu. Çok uğraştım konuşturamadım. Ben tam giderken 'Dur! ' dedi su.Durdum! ...Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar, kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar.' dedi.Hep cevrenizde OKYANUS yürekli dostlarinizın olmasi dileğiyle...ARİF YILMAZ ARALIK 2010
O ASİL VE GÜZEL KADINA İÇTEN HİTAP
Bütün güzelliklerinle, sahibi olduğun o büyük sevginle, kor gibi yanan ateşinle yüreğimin taa içindesin*Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha bir gerçek Bu yolun başındaki . Başlamak istediğim ama bir o kadar korktuğum bir yol. Seni istiyorum geceler boyu karşımda, korkmadan dokunmak sana. İçimdeki yangınların ötesinde sarılmak hiç bırakmamacasına* Mutluluk adına içimde olan her duygumu erteledim durdum ben... Belki de doya doya yaşayabileceğim her şeyi sonraya bıraktım. Sonra diye bir şeyin olmadığını bile bile hep yarına dair hayaller kurdum ve belki de hiç gelmesi mümkün olmayan zamanları bekledim durdum...Yarını olmayan zamanlarda, hiç bir şeyi düşünmeden erimek adına konuşuyorum. Gözlerinin içine bakarak seni seviyorum demek istiyorum. Aşkın akışına kapılıp, hiç bir kaygı duymadan gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum. Kokunu içime çekmek, teninin sıcaklığı ile irkilmek istiyorum. Yaşamıma senin adınla anlam katmak, mutluluğu bulmak ve bir daha asla kaybetmemek istiyorum onu gözlerinde... Nefesini hissetmeyi,adım adım sessizce yaklaşan adımlarını ya da yeri inleten ayak sesleriyle bana gelmeni özledim. ister sessiz sakin yaklaşarak gel istersen de gürültüyle ayaklarını vura vura yeri inleterek gel ama gel! Yüreğimde kocaman bir hasret oldun. Umarsızca beklenensin. Ansızın çık karşıma biriktirdiğim özlemlerimle sarılayım sana. Satır aralarında sakladığım hüzünlerimi al benden. Kaybetmeye yüz tutmaya çalışan umutlarımı yak, yok et yeniden alevlendir. Sensiz kalma ihtimalini sök al sadece sana ait olmasını istediğim yüreğimden. Onların yerine kendini bırak bana ama acısıyla,tatlısıyla,üzüntüsüyle,mutluluğuyla,gözyaşıyla ve kahkahasıyla Gel ki; sana ait olayım Akşam senin kollarında uyuyup, sabah kendi kollarım arasında görmek için.. Akşam öpücüklerinle uyuyup, sabah öpücüklerimle uyandırmak için.. Ellerini okşamak vücudunu hissetmek tüm benliğimi sana vermek için..Sevgi selinde kaybolup aşk rüzgarlarıyla savrulup, mutluluğa erişmek için.Gözlerimi kapayıp ellerim ve dudaklarımla seni ezberlemek için.. Aşkı her an yaşamak, sevgi ağacının meyvelerini yemek için.Yağmurun gürültüsünden korktuğunda, kollarımın arasında olup korkmaman için Her an seni yanımda görmek sevdiğimi söylemek için..seni istiyorum Öyle özlüyorum ki...Sen ol, hep ol, benimle ol, bende ol... Sendeyim ben, yüreğimi koydum yüreğinin üzerine. Aşk bu, başka isim arama. Hem de en koyu, en deli, en tutkulu...Öğreneceğim çok şey var sana dair. Bilmediğim çok şey var. Ama bir şeyi öyle iyi biliyorum ki..Seni öyle çok seviyorum ki.Öyle içimdesin ki.........A.YILMAZ ARALIK 2010
14 Aralık 2010 Salı
Toprak ile ayna ( İnce bir dokunuş gönlü dünya sevgisine perestij edenlere)
TOPRAK bir gün aynaya dedi ki:
Ay ayna! İmreniyorum sana! Çünkü kim sana baksa, kendini görür; bana bakanlar ise, sadece beni görür!
Ayna toprağa şöyle cevap verdi:
Ey kara toprak, ne beyhude bir dert ile dertlenmişsin. Bilmiyor musun? Ben bana bakanların bugününü gösteririm. Oysa sen, sana bakanların yarınından haber verirsin....
Bu cevap, toprağın beğenisine gitse de, tekrar dedi:
Belli ki içimi rahatlatmak içindir sözlerin. Söyler misin bana, sana bakanlar, hiç dönüp bakar mı bana?
Ve ayna toprağa acı bir gülümseyişle şunları söyledi:
Merak etme! Bana bakacak yüzü kalmayanların gözü, hep sana döner!
Arif YILMAZ 2010
Ay ayna! İmreniyorum sana! Çünkü kim sana baksa, kendini görür; bana bakanlar ise, sadece beni görür!
Ayna toprağa şöyle cevap verdi:
Ey kara toprak, ne beyhude bir dert ile dertlenmişsin. Bilmiyor musun? Ben bana bakanların bugününü gösteririm. Oysa sen, sana bakanların yarınından haber verirsin....
Bu cevap, toprağın beğenisine gitse de, tekrar dedi:
Belli ki içimi rahatlatmak içindir sözlerin. Söyler misin bana, sana bakanlar, hiç dönüp bakar mı bana?
Ve ayna toprağa acı bir gülümseyişle şunları söyledi:
Merak etme! Bana bakacak yüzü kalmayanların gözü, hep sana döner!
Arif YILMAZ 2010
13 Aralık 2010 Pazartesi
BİR KADIN'IN KARANLIK DEHLİZLERİNDE TUTKUYLA DOLAŞMAK
Bir kadın ruhunun çırılçıplak, ürpertici, karanlık ama bir o kadarda göz alıcı, dehlizlerinde tutkuyla dolaşmanın zevkine varan bir erkek, bugüne kadar heves duyduğu,arzuladığı, bedenlerde şehvetin kollarına atıldığı sevişmelerin ne kadar yavan olduğunu fark eder.Düşünsel yeteneği,duygusallığı ne kadar gelişmiş olursa olsun erkek… bu kadın ruhunun dehlizlerindeki cennette; yağmurların kokusunu, bulutların güzelliğini, güneşin parlaklığını, çimenlerin ışıltısını, gökkuşağının o eşsiz renklerini…cehennemde ; ateşin yakıcılığını, fırtınaların şiddetini,gecelerin zifir karanlığını gördüğünde kadın doğasının nasılda bu kadar değişken ve anlaşılmaz olduğuna şaşkınlıkla tanıklık eder. Az önce sizi şefkat dolu kollarında teselli eden, sımsıcak saran bir kadının az sonra nasılda ulaşılmaz ve buz gibi olabileceğini, bununsa o kadının doğası olduğunu gören bir erkek, bütün kendini erkek sayma öğretilerine ve kendilerine tanrı vergisi olarak verildiğine inanılan “erkeklik gururuna” rağmen dehşete düşerek korkar… “Erkekler kadın ruhundan anlamaz.” Denilmesinin sebebi,erkeklerin bütün kendilerini güçlü , korkusuz saymalarına, bütün gururlarına karşın bir kadın ruhunun dehlizlerinde kaybolduklarında ıssız ve karanlık bir sokakta fırtınaya tutulmuş bir kedi yavrusu gibi çaresiz ve yapayalnız kalmış hissetmelerindendir aslında.Her erkeğin en az bir kez bir kadın ruhuna dokunmuşluğu, annesi de olsa o ruhun dehlizlerinde kaybolmuşluğu vardır. Ama en güzeli size aşık bir kadının, kendi ruhunun dehlizlerinde dolaşmanıza izin vermesi, siz keyifle karışık bir korku yaşarken, onun kendinden emin ve bir o kadarda keşfedilmeyi hevesle bekleyen bir arzuyla sizi izlemesidir. Her kaybolduğunuzu sandığınızda size küçük ipuçları bırakması, siz o ipuçlarını bulup daha derinlere ilerlerken, büyük bir keşif yaptığınızı sanarak sevinirken, birden ne kadar büyük bir dehlizde olduğunuzu ve giderek kaybolduğunuzu fark etmenizle yarıda kalan sevincinizin hüznünü, kahkahalarla izlemesidir.Hiçbir erkek bir kadının ruhunda ondan izinsiz dolaşamaz veya onun bulunmasını istemediği bir dehlize girip orada kaybolamaz. Eğer size aşık bir kadın ruhunu dehlizlerinde dolaşmanıza izin veriyorsa bunun size sunulmuş bir şans olduğunu, bir dünya seyahatinden bile daha keyifli, daha heyecanlı ve uzun sürecek bir seyahate çıktığınızı bilmeniz gerekir.Yanınıza bolca yolluk almalısınız. İlgi, sevgi, özen, tatlı dil, samimiyet, dostluk bu seyahatte yanınızda bulunması gereken ve çokta yer kaplamayacak yolluklardır. Kadınlar ruhlarının dehlizlerinde kaybolmaktan korkmayan ,onlardan izin almaksızın girmeye ve dolaşmaya kalkmayacak kadar saygılı, ama yinede meraklarına yenik düşüp buna cüret edebilecek kadar cesur erkeklerden garip bir haz duyarlar.Aslında doğalarında ki bu belirsizlikten kendileri de her zaman tam olarak mutlu değildirler. Keşfedilmeye ve erkeğin gösterdiği tüm çabaya layık görülmüş olmanın heyecanını yaşarken,bir yandan da keşfedilen dehlizleri arttıkça deşifre olup, kadınlık büyüsünün kaybolacağından endişe etmeleri de size bırakılan ipuçlarının azalmasına ve o dehlizlerde ilerlemenizi yavaşlatabilir ve sizi yorabilir…Hatta ruhunun dehlizlerinde çok ilerlediğinizi fark eden bir kadın size ne kadar aşık olursa olsun, büyüsünün kaybolacağı endişesiyle sizi hiç beklemediğiniz bir anda terk edebilir.Bu bir terk ediş midir yoksa yeni dehlizler oluşana kadar mı gitmiştir asla bilemezsiniz… Bir kadın ruhunun çırılçıplak, ürpertici, karanlık ama bir o kadarda göz alıcı, dehlizlerinde tutkuyla dolaşmanın zevkine varan bir erkek, bugüne kadar heves duyduğu,arzuladığı, bedenlerde şehvetin kollarına atıldığı sevişmelerin ne kadar yavan olduğunu fark eder…Selam ve Sevgilerimle
10 Aralık 2010 Cuma
ÖMÜR KUMAŞ GİBİ DEĞİL'Kİ
Sevgili Dostlarım Ünlü bir dokumacinin özenle dokuyup sattigi bir top kumasta bir kusur görülür ve dokumaciya iade edilerek bedeli geri istenir. Dokumaci parayi verir fakat iki damla yas süzülür yanaklarindan. Sorarlar: - Nicin agliyorsun? Kumasi geri verdik diye bu kadar üzüleceksen alip gidebiliriz. Paran da sende kalir. Dokumaci cevap verir: - Hayir, kumas icin aglamiyorum. Onun bir kusuru görüldü ve geri cevrildi. Fakat, ya ömür boyu yaptiklarim Allah`a arz olundugunda böyle bir kusur yüzünden geri cevrilecek olursa halim nice olur benim? Bir an bunu düsündüm de agladim. Hayat kumas gibi degil ki, düzeltilsin ya da tekrar dokunsun!..ARİF YILMAZ 11/12/2010
15 Kasım 2010 Pazartesi
ADANMAK AMA KİME ?
Ada(n)mak, sahip olduğunun bilincinde olabilmektir... Ada(n)mak, haykırabilmektir sessizliğini korkusuzca...
Hanne adarken yavrusunu Rabbine, yalvarıyordu benden kabul buyur diye.
Reddedilebilir olmanın sancısını çekiyordu Hanne,
Zira en kıymetlisini adıyordu Rabbine...
İmran ailesi bu adayışla alemlere üstün kılınmıştı.(ali İmran 33). Meryem bu adayışla Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından seçilmişti. O, bu adayışla dünya ve ahirette şerefli bir kelime olan hz. İsayla müjdelenmişti (ali imran 45)
Bir adayışla başlamıştı her şey ve bir adayışla son bulacaktı kainat...
Arkasında Havvalar vardı; adayışın ilk annesi
Amineler vardı önünde Muhammedlere gebe
Zeynepler, Fatımalar vardı...Haticeler vardı adanmış,
Asiyeler vardı Firavuna kurban edilmemiş hayatlarıyla, Hacerler vardı İsmaillerin anası
Hümalar vardı Fatihler'i sultan yapan...
Ve bir Meryem vardı konuşamayan,
İffetini kendisine kalkan edinen,
Evladı O'nun müjdesini verirken kadınlığıyla zorluklara göğüs geren,
İrşad edecek önderlerin, davetçilerin, liderlere anne olup dağlardan ağır sorumluluk altına girenlerin önderiydi Meryem,
Örneğiydi mümin kadınların...
Alemlere üstün kılınan İmran ailesinin Tevhid tomurcuğuydu O...
Bir kadındı, bir anneydi lakin her şeyden önce O Rabbine adanmış bir hayattı...
İsmail'in adanmışlığı vardı onun gönlünde
O, adanmış hayatı ve adadığı nesil ile tutunmuştu hayata...
Alemin kadınlarına üstün kılınmıştı Meryem
annesi onu adarken Rabbine, biliyordu ki onun Rabbi en güzel terbiye ediciydi...
Peki neydi onu alemlere üstün kılan! Meryem ne yapmıştı da Rabbi onu süzüp seçmiş, tertemiz pak kılarak alemlerin kadınlarından üstün tutmuştu! (ali imran 42)
Meryem sahte kapılara, çağdaş sahte ilahlara, dünyaya, makama, paraya adanmamıştı... Meryem bütün kainatın hakimi, hükmedicisi, kural koyucusu, en güzel terbiye edicisi olan Alah'a, Alemllerin Rabbine kurban edilmişti... Hayatını ne dünya metaına harcayanlardandı ne de serkeşliğiyle ziyan olanlardan...
O, neye sahip olduğunun, ne ile müjdelendiğinin, hangi sıfatla yaşadığının farkındaydı sadece...
Biliyordu ki insan eşref_i mahlukattır, biliyordu ki insan halifedir;
İnsan Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir,
İnsan Allah'ın yeryüzündeki temsilcisidir,
İnsan, kainat ayağına serilendir,
Ve insan adanandır Rabbine
Varlığıyla, ebediyeti ve yokluğuyla Rahmana adanan ve adayandır insan...
Meryem kul olmamıştı beşeri ideolojilere, izmlerin kölesi olmamıştı hiçbir zaman
Meryem'in hayatına farkında olmadığı çağdaş tanrılar yön vermemişti
O konuşamazken bile tevhidi haykıran değil miydi kucağındaki şerefli bir kelimeyle!
Meryem susuyordu ve alem ona karşı çıkıyordu
Meryem susuyordu, sessiz çığlıklarını kainat duyuyordu
Meryem susuyordu ve Rahman onu alemlere üstün kılıyordu...
Meryem haykıramıyordu belki ama korkmuyordu bu sessizlikten
Zira Rabbi onu korkudan emin kılmamış mıydı!...
Onun sessizliği bile ağır gelirken dünyaya köle olmuş paslı yüreklere, bu sükût yıkılacak iktidarların, kaybedilecek makamların, bildiklerini küçük bir meta karşılığı satan, bilgiye tapan, kibirlerinin kölesi olan, O'nu tanımak için çaba harcamayan, O'na secde etmenin lezzetini tadamayan, O'nunla var olup O'nunla ebedileşemeyen, özgürlüklerini dünya hayatına satan, kurtuluşlarını mazlumların kanında gören zalimlerin bir gün hesap vereceklerinin habercisiydi.
Bugün duyulmuyorsa sesimiz, haykırdığımız halde kabul edilmiyorsa hakikatler, benliğimizi sessizlikten öte bir korku sardığı için... bize borç verilen bu hayatı, kulluğumuzu, bizden istenildiği gibi adayamadığımız için... O kulpa hakkıyla tutunamadığımız için...
Şimdi sen de adanmış hayatınla ve adadıklarınla tutunmalısın hayata KORKUSUZCA...! Bu kadar zor olmamalı senin olmayanı gerçek sahibine kurban etmek...sancısını çekmek bu davanın, feda etmek sadece onun yolunda... bu kadar zor olmamalı mümince yaşayabilmek...
En azından bir karınca misali "varamasam da yolunda ölürüm" diyebilmek bu kadar zor olmamalı...
Adayan/adanan/adayan ve adananlara yardım edenlerden olabilmek duasıyla...
" Rabbinden sana vahyolunanı oku! O'nun kelamını değiştirecek yoktur, O'ndan başka bir sığınacakta bulamazsın." (kehf 27)
Hanne adarken yavrusunu Rabbine, yalvarıyordu benden kabul buyur diye.
Reddedilebilir olmanın sancısını çekiyordu Hanne,
Zira en kıymetlisini adıyordu Rabbine...
İmran ailesi bu adayışla alemlere üstün kılınmıştı.(ali İmran 33). Meryem bu adayışla Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından seçilmişti. O, bu adayışla dünya ve ahirette şerefli bir kelime olan hz. İsayla müjdelenmişti (ali imran 45)
Bir adayışla başlamıştı her şey ve bir adayışla son bulacaktı kainat...
Arkasında Havvalar vardı; adayışın ilk annesi
Amineler vardı önünde Muhammedlere gebe
Zeynepler, Fatımalar vardı...Haticeler vardı adanmış,
Asiyeler vardı Firavuna kurban edilmemiş hayatlarıyla, Hacerler vardı İsmaillerin anası
Hümalar vardı Fatihler'i sultan yapan...
Ve bir Meryem vardı konuşamayan,
İffetini kendisine kalkan edinen,
Evladı O'nun müjdesini verirken kadınlığıyla zorluklara göğüs geren,
İrşad edecek önderlerin, davetçilerin, liderlere anne olup dağlardan ağır sorumluluk altına girenlerin önderiydi Meryem,
Örneğiydi mümin kadınların...
Alemlere üstün kılınan İmran ailesinin Tevhid tomurcuğuydu O...
Bir kadındı, bir anneydi lakin her şeyden önce O Rabbine adanmış bir hayattı...
İsmail'in adanmışlığı vardı onun gönlünde
O, adanmış hayatı ve adadığı nesil ile tutunmuştu hayata...
Alemin kadınlarına üstün kılınmıştı Meryem
annesi onu adarken Rabbine, biliyordu ki onun Rabbi en güzel terbiye ediciydi...
Peki neydi onu alemlere üstün kılan! Meryem ne yapmıştı da Rabbi onu süzüp seçmiş, tertemiz pak kılarak alemlerin kadınlarından üstün tutmuştu! (ali imran 42)
Meryem sahte kapılara, çağdaş sahte ilahlara, dünyaya, makama, paraya adanmamıştı... Meryem bütün kainatın hakimi, hükmedicisi, kural koyucusu, en güzel terbiye edicisi olan Alah'a, Alemllerin Rabbine kurban edilmişti... Hayatını ne dünya metaına harcayanlardandı ne de serkeşliğiyle ziyan olanlardan...
O, neye sahip olduğunun, ne ile müjdelendiğinin, hangi sıfatla yaşadığının farkındaydı sadece...
Biliyordu ki insan eşref_i mahlukattır, biliyordu ki insan halifedir;
İnsan Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir,
İnsan Allah'ın yeryüzündeki temsilcisidir,
İnsan, kainat ayağına serilendir,
Ve insan adanandır Rabbine
Varlığıyla, ebediyeti ve yokluğuyla Rahmana adanan ve adayandır insan...
Meryem kul olmamıştı beşeri ideolojilere, izmlerin kölesi olmamıştı hiçbir zaman
Meryem'in hayatına farkında olmadığı çağdaş tanrılar yön vermemişti
O konuşamazken bile tevhidi haykıran değil miydi kucağındaki şerefli bir kelimeyle!
Meryem susuyordu ve alem ona karşı çıkıyordu
Meryem susuyordu, sessiz çığlıklarını kainat duyuyordu
Meryem susuyordu ve Rahman onu alemlere üstün kılıyordu...
Meryem haykıramıyordu belki ama korkmuyordu bu sessizlikten
Zira Rabbi onu korkudan emin kılmamış mıydı!...
Onun sessizliği bile ağır gelirken dünyaya köle olmuş paslı yüreklere, bu sükût yıkılacak iktidarların, kaybedilecek makamların, bildiklerini küçük bir meta karşılığı satan, bilgiye tapan, kibirlerinin kölesi olan, O'nu tanımak için çaba harcamayan, O'na secde etmenin lezzetini tadamayan, O'nunla var olup O'nunla ebedileşemeyen, özgürlüklerini dünya hayatına satan, kurtuluşlarını mazlumların kanında gören zalimlerin bir gün hesap vereceklerinin habercisiydi.
Bugün duyulmuyorsa sesimiz, haykırdığımız halde kabul edilmiyorsa hakikatler, benliğimizi sessizlikten öte bir korku sardığı için... bize borç verilen bu hayatı, kulluğumuzu, bizden istenildiği gibi adayamadığımız için... O kulpa hakkıyla tutunamadığımız için...
Şimdi sen de adanmış hayatınla ve adadıklarınla tutunmalısın hayata KORKUSUZCA...! Bu kadar zor olmamalı senin olmayanı gerçek sahibine kurban etmek...sancısını çekmek bu davanın, feda etmek sadece onun yolunda... bu kadar zor olmamalı mümince yaşayabilmek...
En azından bir karınca misali "varamasam da yolunda ölürüm" diyebilmek bu kadar zor olmamalı...
Adayan/adanan/adayan ve adananlara yardım edenlerden olabilmek duasıyla...
" Rabbinden sana vahyolunanı oku! O'nun kelamını değiştirecek yoktur, O'ndan başka bir sığınacakta bulamazsın." (kehf 27)
14 Kasım 2010 Pazar
SARAH BRİGHTMAN GÖRSEL SHOW HAREM LAS VEGAS
SARAH BRİGHTMAN GÖRSEL SHOW HAREM LAS VEGAS
Olaganustu bir ses, harika bir soprano. phantom of the opera'yi ondan dinlemek ayrıca gözümde en iyi dust in the wind cover'ını yapmış,,hepimizin rüzgarda ucusan tozlar oldugunu, hayati kendi elimizle kontrol edemedigimizi, bizi disaridan guclerin bir yerlere sürükledigini anlatan sarkyı bal sesli sarah'tan ı dinlerken,, insana okşanıyormuş hissi verebilen nadir sopranalardan biridir
Olaganustu bir ses, harika bir soprano. phantom of the opera'yi ondan dinlemek ayrıca gözümde en iyi dust in the wind cover'ını yapmış,,hepimizin rüzgarda ucusan tozlar oldugunu, hayati kendi elimizle kontrol edemedigimizi, bizi disaridan guclerin bir yerlere sürükledigini anlatan sarkyı bal sesli sarah'tan ı dinlerken,, insana okşanıyormuş hissi verebilen nadir sopranalardan biridir
26 Ekim 2010 Salı
HAYATIMIZ BİR MERDİVEN DİKKAT! DÜŞEBİLİRİZ
MERDİVENLER... Hiç düşündünüz mü, hayatınızda ne kadar vazgeçilmezdir merdivenler. Evimizin,apartmanızın olmazsa olmaz parçası. Bizi aşağıya taşıyan, yukarı çıkaran, ulaşamadıklarımıza ulaşmamız için basamak olan merdivenler.. Gün olur, alev alev yanan bir evden ağlaşan çocukları indirmek için şefkatle uzatılan itfaiye merdiveni olur. Gün olur, ağaçtaki meyveye uzanmak için uzanır merdiven. Ve daha ne çok kullandığımız yer vardır merdiveni...Merdiven, hayatı anlatmak için kullanılır bir bakarsınız şiirlerde. "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden" diye başlar Ahmed Haşim ve hayatı merdivenleştirir. Ardımız sıra bıraktığımız günlere ağıtlar yakar.Nasıl anlatılır hayat merdivenle? İlk basamak neresidir, hangi hâl son basamak? Biz aslında, ademden vücuda dayanmış bir merdivende, hayat merdiveninde ilerliyoruz, adım adım, basamak basamak. Hayat adını verdiğimiz merdivende, her basamakta çok şeyler yaşayarak, kâh gülerek, kâh ağlayarak, ama hiç durmadan, bir geri basamağa inmeden ilerliyoruz.
İlk basamaklarda çocukluğumuz bekler bizi. O sıralar merdivenin farkında bile değilizdir. Her yer yakın ve her şey bizimdir. Bulutların üzerinde dünyayı seyrederiz gülerek. Kâh ana kucağının sıcaklığında dindiririz acımızı, kâh pembe hülyalara salarız kalbimizi. Gidenlerin, elimizden çıkanların farkında değiliz. Çünkü her an, her şey bizim için yeni. Ne zaman kaybolur çocukluğun büyülü dünyası? Ne zaman bulutlardan inilir, ayaklar ne zaman yere basar? Hayat sancısı hangi basamakta hissettirir kendini? Ne zaman kaybetmeye başlarız sevdiklerimizi ya da kendimizi?Çocukluk basamakları ansızın bitiverir. Kendimizi sancılı bir delikanlılık/genç kızlık devresinde buluveririz. Kanımız çağlayarak akarken, bizi kimse tutamaz. Her şeyi biz biliriz ve kimse de bizi anlamıyordur. Her yerde olmak isteriz, her şey olmak isteriz ama mutlaka herkesten farklı kalmak, her yerden yüksekte durmak isteriz. Bize önerilenlere illâ ki karşı çıkarız. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelir hayat ve gençlik. Öyle ki nice olmaz şeyi gözümüzü kırpmadan göze alır, yüreğimiz burkulmadan harcarız zamanı. Gün gelip beli bükük, bir ayağı çukurda ihtiyarlar olacağımızı hesap etmeyiz, bilmeyiz, düşünmeyiz. Hep böyle dinç, hep böyle genç kalacak gibiyizdir. Acıları da sevinçleri de öylesine abartılı yaşarız ki... Kederde de, sevinçte de dünyamız baştan sona değişir; ya var, ya yok olur. Gök bir güneşlidir, bir sislidir. Hayat akıp gider, ardına bile bakmadan. Hâlâ merdivendeyiz; farkında mıyız? Bilmiyoruz. Bazı tökezlemelerde hissediyoruz belki... Ayağımız takılmasa, dizlerimiz acımasa hiç hissedecek değiliz. Sarhoşuz, gençlik sarhoşu... Peki ya sonrası...
Olgunluk çağı mı? Yoksa büyük aldanmaların yaşandığı basamaklar mı? Bilmiyorum. Deli deli akan kan durulmuştur artık. Bir baltaya sap olmuşuzdur belki ya da olmak için çalışıyoruzdur. Hayat gerçekleri acıdır demeye başlamışızdır. Çünkü, artık bakmamız gereken bir ailemiz, sorumluluğunu üstlendiğimiz çocuklarımız vardır. Hayat bir koşuşturmadır; evden işe, işten eve. Problemler, çözümler arasında dokunan mekikler. Peki ya biz neredeyiz? Biz kendimiz için ne yapıyoruz?
Şimdi şakaklarımıza karlar yağdı, yürümemiz yavaşladı. İhtiyar olduk. Hiçbirşey eskisi gibi değil... Uğruna yaşadığımız herşey bizden yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çocuklarımız şimdi kendi yollarını adımlıyor, kendi merdivenlerinin basamaklarında oyalanıyorlar. Bir zamanlar bizim yaptığımızı yapıyorlar. Hayallerine merdiven kuruyorlar, sevdalarının zirvesine tırmanıyorlar. Ve sevdiklerimiz, basamakları birlikte adımladığımız akranlarımız, akrabalarımız, dostlarımız bir bir göçüyorlar buradan. Daha bir yalnızız şimdi. Kendimizle başbaşayız. Ölümle yüzyüzeyiz şimdi; hani şu uzaktaki ölümle, gençlikte bir türlü kendimize yakıştıramadığımız mezara dönük yüzümüz.
Sahi niye gelmiştik biz bu âleme. Her basamakta bizi yokluğa taşıyan merdivenleri adımlamak için mi? Yoksa her basamağında sonsuzluğu hissettiğimiz hakikat merdiveninde emin adımlarla ilerlemek için mi? Tercih bizim, hepimizin. Şimdi kararımızı verelim, merdivenimiz düşmeden, basamaklar tükenmeden.. Biz hangi merdivendeyiz?A.YILMAZ EKİM 2010
İlk basamaklarda çocukluğumuz bekler bizi. O sıralar merdivenin farkında bile değilizdir. Her yer yakın ve her şey bizimdir. Bulutların üzerinde dünyayı seyrederiz gülerek. Kâh ana kucağının sıcaklığında dindiririz acımızı, kâh pembe hülyalara salarız kalbimizi. Gidenlerin, elimizden çıkanların farkında değiliz. Çünkü her an, her şey bizim için yeni. Ne zaman kaybolur çocukluğun büyülü dünyası? Ne zaman bulutlardan inilir, ayaklar ne zaman yere basar? Hayat sancısı hangi basamakta hissettirir kendini? Ne zaman kaybetmeye başlarız sevdiklerimizi ya da kendimizi?Çocukluk basamakları ansızın bitiverir. Kendimizi sancılı bir delikanlılık/genç kızlık devresinde buluveririz. Kanımız çağlayarak akarken, bizi kimse tutamaz. Her şeyi biz biliriz ve kimse de bizi anlamıyordur. Her yerde olmak isteriz, her şey olmak isteriz ama mutlaka herkesten farklı kalmak, her yerden yüksekte durmak isteriz. Bize önerilenlere illâ ki karşı çıkarız. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelir hayat ve gençlik. Öyle ki nice olmaz şeyi gözümüzü kırpmadan göze alır, yüreğimiz burkulmadan harcarız zamanı. Gün gelip beli bükük, bir ayağı çukurda ihtiyarlar olacağımızı hesap etmeyiz, bilmeyiz, düşünmeyiz. Hep böyle dinç, hep böyle genç kalacak gibiyizdir. Acıları da sevinçleri de öylesine abartılı yaşarız ki... Kederde de, sevinçte de dünyamız baştan sona değişir; ya var, ya yok olur. Gök bir güneşlidir, bir sislidir. Hayat akıp gider, ardına bile bakmadan. Hâlâ merdivendeyiz; farkında mıyız? Bilmiyoruz. Bazı tökezlemelerde hissediyoruz belki... Ayağımız takılmasa, dizlerimiz acımasa hiç hissedecek değiliz. Sarhoşuz, gençlik sarhoşu... Peki ya sonrası...
Olgunluk çağı mı? Yoksa büyük aldanmaların yaşandığı basamaklar mı? Bilmiyorum. Deli deli akan kan durulmuştur artık. Bir baltaya sap olmuşuzdur belki ya da olmak için çalışıyoruzdur. Hayat gerçekleri acıdır demeye başlamışızdır. Çünkü, artık bakmamız gereken bir ailemiz, sorumluluğunu üstlendiğimiz çocuklarımız vardır. Hayat bir koşuşturmadır; evden işe, işten eve. Problemler, çözümler arasında dokunan mekikler. Peki ya biz neredeyiz? Biz kendimiz için ne yapıyoruz?
Şimdi şakaklarımıza karlar yağdı, yürümemiz yavaşladı. İhtiyar olduk. Hiçbirşey eskisi gibi değil... Uğruna yaşadığımız herşey bizden yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çocuklarımız şimdi kendi yollarını adımlıyor, kendi merdivenlerinin basamaklarında oyalanıyorlar. Bir zamanlar bizim yaptığımızı yapıyorlar. Hayallerine merdiven kuruyorlar, sevdalarının zirvesine tırmanıyorlar. Ve sevdiklerimiz, basamakları birlikte adımladığımız akranlarımız, akrabalarımız, dostlarımız bir bir göçüyorlar buradan. Daha bir yalnızız şimdi. Kendimizle başbaşayız. Ölümle yüzyüzeyiz şimdi; hani şu uzaktaki ölümle, gençlikte bir türlü kendimize yakıştıramadığımız mezara dönük yüzümüz.
Sahi niye gelmiştik biz bu âleme. Her basamakta bizi yokluğa taşıyan merdivenleri adımlamak için mi? Yoksa her basamağında sonsuzluğu hissettiğimiz hakikat merdiveninde emin adımlarla ilerlemek için mi? Tercih bizim, hepimizin. Şimdi kararımızı verelim, merdivenimiz düşmeden, basamaklar tükenmeden.. Biz hangi merdivendeyiz?A.YILMAZ EKİM 2010
6 Eylül 2010 Pazartesi
ÇOBAN GİYİSİSİ *KEPENEK*
Sevgili Dostlarım Geçen hafta Afyonkarahisardaki miting meydanında Sayın Başbakana resimde görüldüğü gibi *KEPENEK*giydirildi Kepenek’in ne olduğunu sanırım çoğunuz biliyorsunuz. Çobanların giydiği, aba ya da keçe gibi kalin kumaşlardan uretilen coban giysisi. dikişsiz, kolsuz eşyadır kendileri.Çobanın görevi nedir ? Sürüyü idare etmek. Peki sürüyü idare ederken neleri kullanır? Kaval, Değnek, Köpek, Biraz da Ot. Peki bu Materyaller nasıl ve ne amaçla kullanılır?Kaval’ı,Sürüyü sakinleştirmek uyutmak, tepkisizleştirmek amacıyla kullanır. Aynen Gazete, Televizyon, Dergi Radyo gibi…Değnek’i,Sürüden çıkmak isteyen olursa bir vurmak için, sürüyü hizaya sokmak için kullanır. Aynen ele geçirilen F tipi yargı gibi. Sonra bir bakarsınız Turan Çömez gibi interpol tarafından bile aranırsınız…Köpek’i,Sürüdekileri sürüden kopartmak isteyenlere karşı kullanır Eee birde ot var dimi,Kavalla tepkisizleştirilen, uyuşturulan, değnek ile hizaya sokulan, köpekle korkutulan bir sürüyü ölmeyecek şekilde beslemek gerekir, böylece o sürüyü daha bir kendine bağlamış olur. Aynen Kömür, Pirinç, Beyaz eşya, Yeşil Kart dağıtmak gibi… Sürüden ayrılırsan bunları bulamazsın diyerek tehdit etmek gibi…Geldik çobanın son görevine; çobanın son görevi nedir?Uyutulan sürüyü zamanı geldiğinde satmaktır…Sevgili dostlarım, bunların kökenlerinin kısa özetidir bu… Vahidettin, Damat Ferit gibi şahsiyetlerde aynı şeyi yapmamışlar mıydı?“Bu millet koyun sürüsüdür. Ben de çobanım. Elimde değnek onları güderim”dememişler midir?Vahidettin de uyuttuğu, iki otla beslediği sürüyü İngiliz’e, Fransıza, Amerikalıya satmamış mıdır?Köpekler, 3-5 Kurdu, yani Mustafa Kemal’i, Fevzi Çakmak'ı sürüye yaklaştırmak istemeyip kovalamamışlar mıydı? Değnek ile Vatanseverler ezilmemiş miydi?Yaşananlar budur ey dostlar.Ben, atalarımı Ergenekon dan çıkartan kurt’u izleyeceğim.Ben çobanlara karşı Atatürk gibi kurtların yanında olacağım…Çünkü çobanların en korktuğu şey kurtlardır…Sürü olmayı kabul etmiş bir millet, satılmayı hak eder..Ama ben o sürüde değilim.Peki ya siz… Sürüye mi katılacaksınız, yoksa Kurt’u mu izleyeceksiniz?
ARİF YILMAZ EYLÜL 2010
ARİF YILMAZ EYLÜL 2010
18 Ağustos 2010 Çarşamba
İÇİMİZDEKİ DÜNYA
Hayat her zaman istenildiği gibi yaşanmıyor.Hayat her zaman;Yorulduğunda oturacak bir sandalye, Ağladığında bir mendil,Tutunmak isteğinde bir değnek,Üşüdüğünde sıcak bir el,Düştüğünde kaldıracak bir dost sunmuyor.Sunulması gereken her şey sadece bir kez Ama sadece bir kez sunulur. Tüm Gerçekliğiyle.Hayatın sunduğu gerçeklerin yanında Getirdiği Birde yalan gerçekler vardır.Bunlar insanları yıldırmak için yaratılmış Aslın suretidir.Doğruyu yanlıştan ayırmak gönlün işidir.Kapının arkasında olup bitenleri anahtar Deliğinden bakarak anlamaya çalışmaktansa,Kapının arkasındakini hissetmek daha iyidir.Yani göz gördükçe gönül körleşir.“Bizler bir paketin içinde yakılmayı bekleyen Son sigarayız.Yaşanılan kötü olayları üzerimize tutulan Ateş niyetine sayarız ve yanarız.”Yalnız kalındığında, sorunlara çözüm Bulunamadığında,Düşünülmesi gereken tek şeyin bu olduğunu Varsayarız.Hayata karşı kendimizi asla ve asla köşeye atılmış Bir izmarit yerine koydurmamalıyız _! ! !Hiç düşündünüz mü?Ziyaretçisiz kalmış bir mezarı.Yahut da limanından yolcusuz demir almış Bir vapuru.Kimsesiz olduğunuzu, yalnız kaldığınızı,Terk edildiğinizi.Düşünüp de hissettiniz mi? hiç.Kimse yalnız değildir ve yalnız ölmeyecektir.Tıpkı mezarı besleyen toprak gibi,Başucunda bekleyen mezar taşı gibi,Ve vapuru ayakta tutan deniz gibi,Peşinde uçuşan martılar gibi.Asla yalnız değiliz.Soyut veya somut Bizimle olanları görmeliyiz.Görmeliyiz ve değer vermeliyiz.Bizler birer akrebiz Bulunduğumuz konuma ve yaşadığımız hayata Biz anlam katarız ve yön veririz.Yelkovan bir başına anlam sunamaz ,Zamanın gidişine, hayatın akışına.Asıl rol akrebin kendisindedir.Ama asla bir bütün olmadan yaşanılamaz.Ben ben diye hayata anlam sunulamaz.Gerçek anlam bizde ise ,Hayatı anlatmak için bütün olup bir Yaşanılmalıdır.Hayat yaşanılması gerekenleri Bazılarımıza tersten sunar.Sınamaya çalışır bizleri.Acıları hem de kabullenmesi zor acıları sunar ilk olarak.Ardı arkası kesilmez, zorlamaya çalışır.Acı ile yaşananlara verdiğimiz tepkiye göreSunar mutluluğu.Fark edilmez olup bitenler,Tepkiler hüsran olur kaybederiz.Mutluluğu bir anlamda bitiririz.Tersten sunulmasının bir nedeni vardır aslında;Yaşanılan mutlulukların değerinin bilinmemesi Birde hayatımızın bir sonraki kademesinde Karşımıza çıkacak daha fazla acılara Ve zorluklara göğüs gerilmesinin Öğretilmesidir.Yaşanılan her ne olursa olsunİyi kötü, acı tatlı, mutlu mutsuz.Her zaman bir ders çıkarmalı ve anlamalıyız.Birde sormalıyız neden?Unutmayın her şeyin bir nedeni vardır.Varlığımızın bir nedeni olduğu gibi.Benliğini kullan, bedenini değil.Ruhunu hisset, cismini değil.Gönlün konuşsun, ağzın değil.Gözlerin duysun, kulağın değil.Sevgiyi anla, hayatı değil.Tüm bu olanları anlamalısın,Anlamalı ve yansıtmalısın.Avucunda sımsıkı sakladıklarını.Yani değer verdiklerini,Umutlarını, senin olanları.Bir hırs, bir sinir, bir kin ile Yumruğunu savurarak ve vurarak bir yerlere Avucumdakileri parçalama.Yalnızlığı hapsettiğin yerde senin özgürlüğün doğar.Sakın unutma en yüksek olmak istiyorsan En dibe vuracaksın.Yani kazanmak için ilk önce kaybetmek gerekir.Hayat yolunda yol alan İyi kötü herkes yoldaştır.Ey yoldaş sakın unutma;Hiç bir söz,Hiç bir dokunuş,Hiç bir bakış Ve hiç bir ateş Senin içindekileri gün ışığına çıkaramaz.Işık sende, toprak sende,Su sende, tohum sende.Çiçek olmak, yeşermek senin elinde.Tek ihtiyacın zaman.O da hayatın ta kendisinde...sevgilerimle.........A.YILMAZ AĞUSTOS 2010
17 Ağustos 2010 Salı
17 AĞUSTOS 1999 SAAT 03,02: ADAPAZARI
Her kökten insanın yaşadığı doğu şehirlerinde, yan yana yaşanan ve dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin hatırlanması mı? Geleceğin habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı, yoksa geleceği hayal edenler mi?
Sıcak ve bunaltıcı bir havanın dışında alelade bir ağustos gecesi Hane halkı benim ve ortanca oğlum Emre'nin dışında BURSA Gemlik'te manastırdaki yazlık evimizde idiler . Vakit bir hayli ilerlemişti. Sabaha çıkacağım iş seyehatim için istirahat etmeliyim. Saat 03.00 de ayağa kalktım masamın üzeri dağınıktı. Masamı toparlamaya ve bilgisayarı kapatma hazırlıkları yapmaya başladım ki; bir ışık, ardından dehşet bir sesli vuruş ve sarsılma birşeyleri toparlamaya gerek yoktu artık. İlk vuruşla birlikte elektrikler kesildi; ortalık zifiri karanlık. Salonun içinde bulunan herşey devriliyor, kırılıyor ve duvarlar üzerime geliyordu. Kütüphane devrildi ve yüzlerce kitap yerlere saçıldı; ortalık adeta savaş alanına döndü. Sarsıntı, sarsıntı ve dehşet bir gürültü; çam kırıklarına basarak hole doğru ilerlemeye çalışırken bir yandan yüksek sesle Emreye sesleniyor, diğer yandan ölmekte olduğumuz için sesimin en üst perdesinden kelime-i şehadet getiriyordum. Emreye deprem olduğunu, sakin olması gerektiğini ve güvenli bir yer bulup kalmasını söyledim. Dinleyen kim. Karanlığa rağmen büyük bir hızla evi terk ettik. Sarsıntı durmuştu. Görünen manzara felaketin büyüklüğünün habercisiydi. Evimizin karşısındakı üç katlı bina, yan tarafta beş katlı binanın üç katı çökmüş, bir başka beş katlı bina başka bir binanın üzerine devrilmiş ve ara sokaklar ortadan kalkmıştı. Küçük bir şehir turuyla felaketin boyutunu gördük. Şehrin yüzde 80'i yıkılmıştı. Küçük bir kıyamet yaşanıyordu. Mahşeri andırırcasına kaçışan insanlar, bağrışmalar, yardım talep eden feryatlar. Herşey anlıktı var olmak ve yok olmak. Zaman gündelik hayatın algılamasıyla kısadır. Bir felaketin içinde sonu gelmeyecek kadar uzun. Anın, kudretin ve kaderin sırrına erişiyorsunuz. Hayat maceranız gözlerinizin önünden hızla geçiyor.
53 yıl önce; üç aylık bebekken adapazarında ki 57 depreyle tanışmışım bu şehirde evlendm, sevdamızı bu şehirde çoğalttık, çocuklarımız bu şehirde doğdu, dostluklarımız, komşuluklarımız ve akrabalıklarımız bu şehirde oluştu, iş yerlerimizi bu şehirde kurduk, bu şehrin hafızasına, hatırasına, tarihine ve kültürüne karıştık. Şehrin oluşturabildiği uygarlığını bir parçası olmaya çalıştık. Gelecekten çok geçmişe mi bakıyoruz? Bunu söylemek kolay değil. Alt tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak? Gelecekle ilgili tasavvurlarını kaybetmekle karşı karşıya kalmış bir şehrin insanıysanız eğer; geçmişe bakarsınız. Adapazarında geçmişi anımsamakta artık zor. Her şey 17 Ağustos 1999 gece saat 03.02'de ve 45 saniyede oldu. Şair İsmet Özel'in dediği gibi "Ben yaşarken koptu tufan". Bizler sevdalandığımız caddeleri, sokakları, parkları, mekanları ve hatıraları kaybettik... bizler dostları kaybettik.
Okulda altı yıl tarih okuduk; her yıl bir çağı öğrenmek konumundaydık. Önce şanlı Antik çağı; Büyük İskender'in fethettiği Fenike kentleri; Persler'in Balkanlara uzanması; Romalılar, Bizanslılar, İslami dönemle Emeviler'den Abbasiler'e; Haçlılar, Selçuklu ve daha sonra altı yüz yıllık muhteşem Osmanlı dönemi; I. Dünya savaşı; Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, nihayet II. Dünya Savaşı... Tümüne tanıklık etmiştir Adapazarı. Okuduğumuz tarih, bir anlamda uygarlığın serüveni, belkide bu şehrin cezbeden hikayesidir.
"Bir şehrin yerlisi olmak", Dostoyevski'nin diliyle "gidilecek bir yer olmak"la benzeşir mi bilmiyorum? "Yerlilik", artık ihtilal sonrası Avrupa başkentlerinde ve İstanbul'da işportaya düşen Beyaz Rus aristokrasisi nevinden fersûde bir değer haline geldi: Hükümsüz, rüküş ve yirminci yüzyılın ilk yarısına dair bir kiymet hükmü!— Nerelisiniz? sorusuna tek kelimelik cevapların devri geçmiştir:— Annem ...li, babam ...li, ben de ...da doğmuşum, ama çoçukluğum ...da geçti. Ortayı ...da, üniversiteyi ...de bitirdim. Şimdi de ...ya yerleştik ama!..
Nereli olduğunu anlatmaya çalışırken (daha doğrusu anlatamazken) bir parçalanmışlığı yaşayanlar, aynı bayrak ve buyruk altında, bir yerde yeni bir vatandaş modelini oluşturmaktalar. Parmağını Türkiye haritasına uzatıp, şuralıyım demek yerine birkaç yeri işaretleyen bu insanlardan bazıları; sizleri şaşkınlığa sevkederek parmaklarını daha geniş bir coğrafyaya uzatacaklar; Rumeliye, oradan Kırıma, Kırım'dan Kafkasya'ya uzanacaklar ve adeta geniş bir imparatorluk haritasını çizeceklerdir. Bu şehirde yaşıyorsanız eğer Balkanlar, Kırım ve Kafkaslar hakkında bilgi sahibi olmalısınız. Belkide bu bölgelerde konuşulan dillerden biraz da anlamalısınız.
İstanbul fethinden 129 yıl önce, Bursa'nın fethinden bir yıl sonra bölge Türk yurdu oldu. Şehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz köşesinden zaman zaman yüzeye vuran dalgalar gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Üstad Necip Fazıl'ın şiirleştirdiği gibi; "Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;/ Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan./ Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;". Adapazarı, yanlızlık, yetimlik, yoksulluk ve ayrılığın adıdır. O, 93 harbinin ruhudur. Manav'ı (Türk'ü), Boşnak'ı, Arnavut'u, Gürcü'yü, Abaza'yı, Çerkez'i, Laz'i, Kürt'ü ve Karadenizli'yi aynı sokakta konuk edecek kadar Osmanlı kültürüne aşına. Ensar-muhacir ilişkisiyle de Medine gibi İslam kültürünün kendisiydi.
Şehrin sokaklarında yürüdüğünüzde kendinizi; Balkanlar'da; Bosna, Saraybosna, Sancak, Novi Pazar, Kosova, Priştine, İpekçe, Üsküp, Kalkandelen, Manastır, Kumanova, Gostivar, Tiran, Selanik, Kavala, Gümülcüne, İskece, Kırcaali, Hasköy, Burgaz, Varna, Şumnu, Dobruca, Kırım'da; Bahçesaray, Akyar, Kafkasya'da; Adigey, Karaçay-Çerkes, Abhazya, Dağıstan, Mohaçkale, Ahıska, Acara, Batum, Orta Doğu'da; Musul, Kerkük, Şam ve Halep O bir şehir değil, aynı anda birçok şehirdir. O bir kültür değil, aynı anda birçok kültürdür. 600 yıllık muhteşem bir imparatorluğu küçüçük bir mekanla tarife kalkışırsanız; Adapazarı'nı anlatırsınız. Evet, Türkiye Cumhuriyetinde şehirleşen Adapazarı, son Osmanlı'ydı.
"Muska" ya da "tılsım" yapılırmış eskiden şehirlere. Genellikle o yörenin kâhini, rahibi yahut bir başka ulu kişisi şehrin "şahsiyetine" göre bir tılsım yapar ve tılsımı bozuluncaya kadar şehirlerin idame-i hayat edeceğine inanırlarmış. Ziraat şehriyse toprağa, sulak bir şehirse suya, çöldeki bir şehirse rüzgara yapılırmış tılsımlar. Adapazarı'na kaç tılsım yapılmıştır bilinmez. Kesin olan birşey vardır o da bir kaç tılsımın birden yapıldığıdır.
17 ağustos 1999 gece saat 03.02 ve 45 saniye bu şehrin idame-i hayat etmesi için yapılan tılısımların bozulduğu an... Belki de ulu kişilerin uyarılışı, şehirlere yeni "muska" veya "tılısım" yapmaları için. Müslümanlar Mısır'ı fethetmeden önce Nil nehrinin taşmasını durdurmak için, bölgede yaşayanlar her yıl Nil'e bir kadın kurban ederlerdi. Fetihden sonra, emir'el mü'minin Hz. Ömer bu geleneği yasakladı. Baharda Nil taşınca, Mısır valisi Hz. Ömer'e mektup yazar ve bölge halkının, eski geleneklerine devam etmek istediklerini bildirir. Hz. Ömer, bunun mümkün olamayacağını söyler ve Nil'e hitaben bir mektub yazar "Allah'ın kulu Ömer'den, Allah'ın arzı ve nehri Nil'e: Bir daha taşma!". Mektup, Nil nehrinin kenarına gömülür ve Nil bir daha taşmaz. 17 Ağustos 1999'dan itibaren Adapazarı sürekli sarsılmaktadır. Belkide yeni bir ulu kişi gerekmekte, Adapazarı toprağına mektup yazarak; "bir daha sarsılma!" diyecek? A.YILMAZ 1999
29 Temmuz 2010 Perşembe
BAŞBAKAN BİR AĞLADI TÜM TÜRKİYE AYAĞA KALKTI
Başbakan bir ağladı, tüm Türkiye ayağa kalktı.
Neymiş efendim, timsahın gözyaşlarıymış.
Neymiş efendim, sahteymiş.
Neymiş efendim, mektubu bile eksik okumuş.
Neymiş efendim, Bakanı’na bıyıkları bile batarken Ülkücülerin, Başbakan Ülkücülere ağlamış....
Geçiniz bunları.
Başbakan bu.
O da insan.
O’nun da duyguları var.
O da ağlar.
Belki kötü bir günündedir.
Belki başka bir şeye morali bozulmuştur.
Belediye Başkan Adayı olduğu günlerde arabası bile olmadığı için, Almancı arkadaşı' ın arabasını kullandığı günleri hatırlayıp, “neredeeen nereye” deyip duygulanamaz mı mesela?
İçini mi okudunuz ki 12 Eylül’de idam edilen gencecik fidanlar için ağladığını iddia ediyorsunuz.
Hani artistlere sorarlar, rol gereği nasıl ağlarsınız diye?
Onların birçoğu da fazla profesyonel değilse, “ölen dedemi aklıma getirdim” der.
Başbakan da “benim geleceğim nice olacak” diye düşünüp de ağlamış olamaz mı yani?
Genç fidanlar için ağlamadığı kesin ama ağladığı bir vakıa.
Vatanı ısrarla bölmeye çalışan AKP zihniyetine karşın, vatanı böldürmemek uğruna aynı gün şehit düşen yedi can için ağlamadığı da kesin ama ağladığı bir vakıa.
Asıl kabahat, Başbakan ağlarken, bunu canlı yayınlayan televizyonlarda.
Şehitlerin evinde acılarından kendini kaybeden, feryat figan gözyaşı döken, kendini kaybeden anaların, babaların, bacıların, kardeşlerin görüntülerini yayınlayan televizyonlara “şehit ailelerin evinden, ayılanların bayılanların görüntülerini neden yayınlıyorsunuz?” diye daha yeni fırça çekti Başbakan.
Ama bunlar laftan anlamazlar ki!
Kalkıp ağlayan Başbakan’ın görüntülerini verdiler bu kez de.
Yine de öyle büyütmeye gerek yok.
Başbakan da insan dedim ya.
Siz “Evet” diyene kadar ağlar.
Ama ola ki sonunda siz yine de “Hayır” derseniz, bu kez essahtan ağlar.
Yani her türlü ağlar.
4 Temmuz 2010 Pazar
3 Temmuz 2010 Cumartesi
TÜM VARLIĞINI AYAKLARI ALTINA SERMEDİYSEN,SEVGİN KEMALİNE ERİŞEMEMİŞTİR.
Talihsizdir bazı kavramlar, sakıza dönüştükleri için dillerde…. Aslını yitirir kimi kelimeler; yaşamayanlarca söylendikçe…. Ve gün be gün erozyona uğrar ulvi manalar, süfli emellerin kemendine girdikçe…
Düşündüm de SENİ SEVİYORUM sözünü ne de kolay söylüyoruz birbirimize… Seviyorum demek, acaba bu kadar kolay mı, hakikatte?... Buna girmeden önce, belki en sonda geleceğim noktayı, bu sorgulamamın ana hareket noktasını peşin peşin söyleyeyim sana… Bana göre; “SENİ SEVİYORUM” DİYENLERİN %99,99 U, “SENİN BENİ SEVMENİ İSTİYORUM” BEKLENTİSİNE “SENİ SEVİYORUM” KILIFI GEÇİRMEKTELER!... Ne var ki, kendileri dahi bunun farkında değiller… Yani “münafıkça bunu yapıyorlar” diyemem… Farkında değiller çünkü… “Seviyorum” kelimesini “sevilme beklentisi içinde” söyledikleri ve yaşadıkları için dir ki, beklentinin doğal sonucu yıkım ve yanmalar başlayınca azap çığlıkları atıyorlar duygusal hezeyanlarla…. - BEN onu sevmiştim, kıymetimi bilmedi…
- Güvenmiştim, öğrendiklerim, duyduklarım, şok etti BENi… - Ne fedakârlıklar yaptıM onun için, bir bilsen… Nankörmüş!... - Neler verdim neler, karşılığı bu mu olmalıydı?... - BEN onu anlamaya çalıştım hep, o ise zerre kadar anlamadı beni… Buram buram ego, buram buram tüccar mantığı, fena halde benlik kokan söylemler bunlar… Sevmiş, ama kıymeti bilinmemişmiş!…. Kıymet ve fiyat borsada olur Gülüm, sevgi satılık mal mı ki borsa tahtasında değerlendirilsin?!... Güvenmiş de, birinden bir şeyler duymuş, duydukları da onu şoke etmiş!... Seninki nasıl güven kuzum?... Güvenen, gidip başka yerlerden mi sorar?... “Güvendim” diye yola çıkıp sonra farklı kişilere, farklı bakışlara sormak; sevgini pazara çıkarmak değil mi?.. Pazara çıkarmışsan, kimileri malına çürük, kimileri de eh idare der demişse bu alınganlık niye?... Sevgi, öyle herkese sorulası, açılası bir şey mi ki?.. Sen hiç güvenmemişsin bilesin!… Bir kere sen, karşıda güven unsurları aramakla başta kendine güvenmediğinin, içinin bir tereddüt ve kaygı kazanından farksız olduğunun işaretini veriyorsun, farkında mısın?... Unutma, dış dünya dediklerimiz içimizin yansımasıdır!!!!... Ne fedakarlıklar yaptın onun için de kıymet bilmedi öyle mi?... Hani sevmek; vermekti… Hani beklememekti… Sen fedakarlık yapmamışsın Canım, sen borç vermiş, hem de sadece alacağını değil, faiziyle birlikte nemasını da beklemişsin… En ufak bir terslikte de kaybeden müflis esnaf gibi cıyaklıyorsun!... Neler verdin de karşılığı şaşırttı seni, öyle mi?.. Karşılık ha?...
Annen karşılık bekleyerek mi emzirdi seni?.. Baban, onca çilelere katlanıp hayata hazırladı, bedel istedi mi?... Sevmek; anaçlıktı… Sevmek; baba gibi kudretli olmaktı… Karşılık ha?.. “Karşılık” ve “seviyorum” kelimelerini yan yana kullanabiliyorsun ya, pes doğrusu!... Vallahi pes!.. Sen anlamaya çalıştın da o anlamadı, öyle mi?... Sen onu hiç anlamamışsın, biliyor musun?.. Anlasaydın, beni anlamadı şikayeti çıkmazdı senden!... Anlamak; onunla o olmak, onunla onun halini yaşamaktır… Sen hiç anlamamışsın, Cancağızım!...
Şimdi anladın mı neden, konuya girişte <“SENİ SEVİYORUM” DİYENLERİN %99,99 U, “SENİN BENİ SEVMENİ İSTİYORUM” BEKLENTİSİNE “SENİ SEVİYORUM” KILIFI GEÇİRMEKTELER!...> iddiamın sebebini?... Anladın mı?... - Peki ama senin anlattığın tarzda, sevilme beklentisi olmadan sevenler kimler?.. Hemen şakk diye “AŞIKLAR” deme bana, olur mu?... Kutsileştirilen aşk ilişkisinde beklentinin, sahipliğin, anlayış istemenin dik alası vardır!… Onun için döne döne tüketirler, acıta acıta yakarlar birbirlerini senelerce… Sonra da hazin bir sonla ayrılır, giderler… Ben aşk demiyorum… Aşk; SEVGİ kelimesi yanında Everest’e nispetle minik bir tepecik bile değil… - Peki kim var böyle seven?... Tarihte tek kişi var, ben başkasını henüz okumadım görmedim… Onun temsil ettiği makam da tek… SIDDİKİYET timsali HZ. EBUBEKİR… Başka SEVEN tanımıyorum ben…. Bak nasıl sevmiş, özet olarak nakledeyim sana:
- Ebubekir, ben yeni bir din tebliğ ediyorum ne dersin?...
- İman ettim Ya Rasulallah!
(Sormamış nedir o diye… Seven sevdiğine soru sormaz çünkü)
- Ebubekir, filan yerde Bilal’e işkence ediliyor, zulmediyor efendisi, çok acı çekiyor…
- Bilal’i, efendisine para verip satın aldım, azat ettim Ya Rasülallah… Bilal işte yanında…
(Seven, sevdiğinin talebini daha o dile dökmeden duyar ve de yerine getirir çünkü)
- Ebubekir, kızın Aişe’yi kendime nikahlamak isterim…
- Kızım senindir Ya Rasülallah…
(Seven için verilemeyecek şey yoktur çünkü)
- Ebubekir, savaşa çıkacağız mal lazım, para lazım…
- Malımın tamamı burada Ya Rasülallah…
- Ailene ne bıraktın Ebubekir?..
- Allah ve Rasülünün sevgisini bıraktım Ya Rasülallah..
(Seven, geridekilere ne kalır diye düşünmez… Başkaları kavramı yoktur ki sevenin nezdinde başkaları için kaygılansın…)
- Ebubekir, ümmetimin çoğu yanacak cehennemde, helake koşuyor insanlar…
- “Rabbim gövdemi öyle büyüt öyle büyüt ki, benden başkası sığmasın cehenneme, kimse yanmasın…”
(Seven, tek noktada her noktayı sevmiş, teklikte çokluğu derlemiştir çünkü)………
Böyle sevebilir miyiz dersin?...
Bana soruyorsun şimdi değil mi, sen bizleri seviyor musun, diye...
Benim ağzımı açacak mecalim yok Dostlarım…
Ya siz beni seviyor musun desem sizlere…
Cevap vermeyin, bence siz de susun… Başınızaa iş almayın olur mu?...
Henüz çok erken
çok.
çok..
henüz çok erken…. A.YILMAZ 2010
11 Mayıs 2010 Salı
8 Mayıs 2010 Cumartesi
BİR ADAM & BİR ANA VE SOLMUŞ BİR RESİM
Hazanlarda savrulan yaprak misali savruldum gittim, bilemedim nereydi yerim,' dedi kendi kendine... Bedeninde yorgun düştü bu yürek de diyemedi kimselere,sessizliğine sarıldı. Batan günün ardından kızıl gözyaşları doldu avuçlar,güldü sessizce hayatın bu cilvesine. 'Neden' dese, kim verecek ona cevabını.' Hayat bu,' deyip sustu iç çekerek ve garın sessizliğinde ağır ağır ilerledi kimsesizliğinin burukluğuyla.Bir valizi bile yoktu elinde, öylece dalmış gidiyordu. Niye burda olduğunu da bilmiyordu. Karşıda duvarın yanında bir yaşlı yüzle göz göze geldi. Aldı gitti o gözler onu, annesinin yanına, çocukluğuna götürdü. Sadece kendi yalnız olsaydı, sadece yağmurlar onun gözlerinde yaşasaydı. Bu yaşlı gözler, bu bükük boyun ağlamamalıydı... Sessizce yanına gitti...Sormak istedi yüreğinden taşan ağıdın nedenini, soramadı. Eskiden beri sormayı sevmezdi, anlatılırsa dinlerdi. Yanına oturdu, geçen trenin rüzgarı saçlarını savurdu. Yaşlı kadın, derin bir iç çekti; 'demek ki acı,sadece bana yuva yapmamış' dedi adam, kendi kendine. Kalktı, iki çay aldı; birini ona uzattı içindeki tereddütle. 'Acaba alacak mıydı', sıcacık bir gülümseme ile çaya uzanan eller, sanki yüreğini de sarmıştı. Bir süre sessiz kalakaldılar...İlk konuşan,yaşlı kadın oldu:_Oğlumu buradan yolcu etmiştik...Buradan da karşıladık._Ne mutlu, dedi adam elinde olmadan, bilmeden. Oysa onun gözleri yeniden bulut olmuştu, çayı tutan elleri titriyordu._Zormuş hayat evladım, zormuş, dedi sesi titreyerek. Zormuş...Ağlıyor mu diye yüzüne baktı gizlice, hayır...yüzünde acı ile yoğrulmuş vakur bir eda vardı._Gidenler, dönüşlerinin nasıl olacağını bilselerdi belki de daha akıllı harcarlardı zamanlarını,dedi sessizce.Belli ki, dönüşü beklenen bir dönüş değildi oğlunun. Soramadı. Biten çay bardağını aldı, 'kaç trenini bekliyorsunuz,' dedi. Kadın bir şey demedi, kalktı; çay için teşekkür etti sanki ya da ona öyle geldi. O ilerlerken aklında binlerce soru ile kalakaldı. Bir an onun oturduğu sıraya takıldı gözleri, bir resim vardı orada; solmuş, adeta ıslak bir resim. Dikkatle baktığında bir asker resmi gördü, gülen bir çift göz... Arkasında “CANIM ANAM BUGÜN'DE ÖLMEDİM SENİ ŞEHİT ANASI YAPAMADIM''yazıyordu.Aklından geçen sorulara cevap bulmak ister gibi, koştu ardından, “Anacığım, bu resim sizin mi? ” dedi. Kadın, adamın elindeki resme baktı, “Yok yavrum, ben onu vatana teslim ettim. Benim oğlum, artık vatanın bağrında. Resim ne ki! ” dedi gururla ve sessizce ilerledi...Adam, gereksiz acıları yüreğimde büyüttüğü için kendinden utanıp onu gönlünde büyütürken, verecek cevap bulamamanın ezikliği ile kalakaldı.........BU MÜNASEBETLE TÜM ŞEHİT ANALARININ ELLERİNDEN ÖPÜYORUM A.YILMAZ 2010
30 Nisan 2010 Cuma
NASIL GELDİLERSE ÖYLE GİTMELERİ KAÇINILMAZDIR.
İnsanları korkutursanız kolay yönetirsiniz” diyor bir diktatör. Korkan insan iyi düşünemez, iyi öğrenemez ama iyi itaat eder.Tarihte diktatörlük yönetimlerine baktığımızda, en önemlileri, Stalin ve Hit’lerdir. Örneğin Stalin’in 10–15 milyon insanın ölümüne sebep olduğu söylenir.eski çağlarda yaşayan dinazorların DNAlarını bularak yeniden canlandıran bilim adamının öyküsünün konu edildiği Jurassic Parkın Türkiyede son dönemde yerleştirilen korku imparatorluğuyla benzerlik gösterdiği aşikardır.İktidarın korku imparatorluğunun yaratmış olduğu baskıdan çok ciddi bir şekilde insanlarımız etkinlendmiştir. Ergenekon iddianamelerini okuyan her kişi, kendilerinin de dinleneceği endişesine kapıldı. Bu dinleme öyle bir noktaya geldi ki, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılarının idari amiri durumundaki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının, Yargıtayın, milletvekillerinin dinlenmesine kadar vardı. İnternet siteleri Genekurmay Başkanının dinlendiğini ve konuşmaları deşifre eder hale geldiler. Tüm toplumda çıplak insan psikolojisi yaratıldı Korkutmaın amacı;Son zamanlardaki gelişmeler bir oyunda "son perde" denildiğini gösteriyor. Bu son perde oyun da bana fil terbiyecilerini hatırlatıyor. Nedir fil terbiyesi? Filler hep ayni su yolunu takip ederlermiş. Bunu bilen beyaz adam tuzağını bu su yolu üzerine kurarmış. Kendileri de kara kukuletalı kara elbiseler giyerlermiş. Tuzağa düşen fil günlerce aç bırakılır, işkenceler uygulanırmış. Filin direncinin bittiği noktada siyah kukuletalı adam beyaz elbisesini giyer ve fili tuzaktan kurtarır. Filin yaralarını tedavi eder, karnını doyurur. Zavallı fil bu beyaz elbiseli fakat kara yürekli adama tabi olur. Artık o bir sirkin "uyumlu filciği" haline gelirmiş!?..Evet sevgili dostlarım, bu millet kaçıncı defadır tuzağa düşüyor? Kaçıncı defadır kendini "sirk canbazına" çeviren beyaz adama kurtarıcısı gibi bakıyor? Ben sayısını unuttum. Atatürk’ün ölümü ile başlayan bir hikaye bu.Gene fil terbiyecileri ortada, gene tuzaklar kuruluyor. Gene beyaz adam kullanım tarihi bitenler yerine yeni oyuncularının peşinde. Akşam gazetesi köşesinde Serdar Turgut , ABD gezisinin ardından Başbakan’ın üstü ‘’X’’ diye bir yazı yazdı. Birçok aymaz buna sevinecektir. Onlar hep beyaz adama meftun oldular. Kurtuluşu hep onlarda gördüler. Çünkü bu millete reva gördükleri şey sirk maymunluğundan başka birşey değildi..Son günlerde belli noktalar "daha önce hiç konuşmayanlar" değişik beyanatlar vermeye başladılar. Zaten direktifler doğrultusunda aba altından sopa gösterildiği anlaşılıyordu. Ülkede iktidara gelenler hep ABD icazet gölgesinde iktidara gelmediler mi? Bu ülkede daha parti bile kurmadan ABD’ye gidip döndüğünde "hükümet kuracağız" diyen ve gerçekten parti kurup iktidar olanları gördük. Parti bile kurmadan, hükümet olacaklarından emin oldukları için yakın arkadaşlarına bakanlık sözü verdiklerini. Bu hangi bağımsız ülkede olur? Tabii kendilerini getirenlere hizmet hep asli görevleri oldu. Ne zaman ki memurlarından verim alamaz oldular, yeni alternatifleri yeni gösteriler için sahaya sürüldü. Halk da her yeni oyuncuya bir ümit diyerek sarıldı..Evet, bu hükümet gerçekten global güçlere en çok teslim olmuş bir hükümettir. Bu dönem Türkiye’ye en açık saldırıların yapıldığı bir dönemdir. Tahribat o kadar büyüktür ki, olumsuz etkileri yıllarca sürebilir. Bu çıkan yasalar ülkeyi bölünmeye götürebilir. Bu yasalar nedeni ile ülke tazminatlar ödemeye mahkum olabilir. Yani bizler yeniden bir kurtuluş savaşı vermek durumunda kalabiliriz.Bütün bunlara rağmen Başbakan’ın üzeri ‘’X’’ yazısına sevinemiyorum. Biliyorum ki, global dünyanın patronları yeni oyuncularını çoktaaaan hazırladılar. Bunun adı demokrasi olur, milliyetçi olur, cumhuriyetçi olur, sosyal demokrat olur, hiç farketmez. Yönetmen aynıdır. Ekibi içeride ve hep etkili ve yetkili makamlardadır. O nedenle tuzağı kuranla tuzaktan çıkarmış gibi yapanların aynı güçler olduğunu hiç anlamazsınız. Zaten Edelman’ın son seçimlerde'de seçim kurulunu neden ziyaret ettiğini de hiç sogulamamıştık. Herşey normaldi!.. Hatta ‘’demokrasi..!?’’ adına Sayın Baykal’da ara Siirt seçimlerine'de destek vermişti. Yani Derin Uluslararası Güce.? ülke içinde herkes ‘’EVET’’ Demişti.Peki bu durumda neye sevinip neye üzüleceğim? Ben ne zaman ülkem örtülü işgalden kurtulursa o zaman sevinirim. Madenlerimizi kendimiz işletebildiğimizde, kendi silahlarımızı yapabildiğimizde, onurlu bir dış politikamız olduğunda..Ve ‘’GAZETECİLERİN’’ ABD onayından bahsetmekten utandıkları zaman sevinirim. Yani basının basın, gazetecinin gazeteci olduğu zaman..Ve…Kendi Başbakan’ımı kendim seçip kendim yolladığım zaman…Bunlar olmadan benim üzüntüm hergündür…Her andır…’’Kim nasıl geldi ise öyle gitmesi kaçınılmazdır. Bunda şaşıracak birşey yoktur. .Halkları aptal yerine koyanlar tarih boyunca bunun yanıtını çok sert bir biçimde almışlardır.İnsanlık denilen ulu orman,ne oğullar kızlar yetiştirerek binlerce diktatörü ve onların yağdanlıklarını,saltanatlarının yıkıntıları arasına gömmüştür. Zalimler,kültürleri,duyguları,dilleri,aşkları yok etmediği sürece rahat uyuyamayacaklardır.Bütün zalimler mutsuz ve hayal kırıklığı içinde ölmek zorunda'dırlar
“yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” mazlumların hak arama direnişi,aşkın ve insanlığın direnişi devam edecektir. A.Y 30/04/2010
.
26 Nisan 2010 Pazartesi
İNSAN'IN BÜYÜK YÜRÜYÜŞÜ
Etrafımda binlerce insan Kadın/erkek, genç yaşlı Sıcak güneşin altında Biraz önce uğradığım Tüm coşkuları yaşadığım Allah’ın evi Kâbe’den İnançla tepeye yürüyorum İçimdeki coşku selini Dışımdaki insan selini Kafamdan geçenleri Kalbimden geçenleri Tarifi imkânsız olarak Bütün derinliğinde İçtenliğinde yaşıyorum Tepeye vardığımda Bakındım şaşkınlıkla Binlerce/milyonlarca Beyaz giysili insanlarla Vadiler, tepeler doluydu Dünyanın her yerinden Dilleri/ırkları farklı Ülkeleri/kıtaları farklı Birbirini konuşarak Anlamaz birçok insan Aynı inançla/din diliyle Aynı şeyleri söyleyerek Yürüyorlardı tekbirleriyle İçimden yükselen Bilgi ve bilincimle Düğümlenen dilime Yüreğimden söylenen Aklımla/muhakememle Sezgimle ve kalbimle Rabbime yöneldim Ufukların tepesinden Arafat’ın yükseğinden İşte huzurundayım Biliyorum her yerde Her zaman senin Hep huzurundaydım Ama bu gün, ayrı Bu gün çok farklı Toplanın dediğin yerde Ben, aklımla kalbimle Tekrar huzurundayım Dünyaya geldiğimden Benliğimi edindiğimden İtibaren hep seslendim Senin yolunda yürürken Dünyanın çeşitli yerlerinden Sürekli sana yöneldim Zamanlar içinde kendimi Süzdüm yanlışlar içinden Ganjın serin sularında Yıkanıp temizlenirken Himalayaların tepesinden Budha’nın aydınlık ateşini Karanlığa yaktığı yerlerden Tibet yaylalarından seslendim Mısırın Nil nehrindeydim Anadolu medeniyetlerinden Azteklerin ülkelerinden Avrupa’nın orta yerinden Olimpos’un tanrılar şehrinden Uçsuz bucaksız çöllerden Dünyanın güneyinden/kuzeyinden İsa’nın çarmıha gerildiği yerden Muhammed’i yükselttiğin yerden Musa’nın ateşi gördüğü Kutsal saydığın tepeden Mısır piramitlerinin dibinden Muhammed’in taşlandığı Kan revan içinde bırakıldığı Sürgün edildiği Mekke’den Sürekli sana seslendim Beni duymanı, korumanı Beni sevmeni, yanına almanı Bütün gönlümle istedim Biliyorum dünyada görevim Sona ermeden, vaadin gelmeden Senin yanına gelemem Sana eğik yüzümle/kalbimle İçimi yakan kirlerimle Sana asla gelemem Ama sana sevgimle Bütün kalbimle yönelirim Uzun yolculuğumda Siyahtım/beyazdım/sarıydım Her kabileden/ırktandım Her dili konuştum sana Amacım sana ulaşacaktım Öyle dar zamanlar Öyle zorlu/sıkıntılar Geçirdim ki tanrım Korkularım vardı Çoğu zaman benim Beni senden uzaklaştıran Çoğu zaman Korkularıma yenildim Dünyada Yaşamayı Ölümsüz olmayı istedim Kurgularımla Kendimi evrenin Özünde buldum Evrenin derinliklerinde Dünyadan öte dolaştım Benden önce yaşayan Atalarımın ruhlarından Evlatlarımın torunlarımın Ruhlarında yaşadım Başka insanların Başka varlıkların Vücutlarında dünyaya Defalarca geldim yaşadım Senin varlığında Hepten kayboldum Vücudunda vahdet dedim Bende tanrı’da bir dedim Ve sonunda tanrı benim dedim Seni bende, beni sende gördüm Ama şimdi biliyorum Bütün bunlar korkularımın Aklımda, muhakememde Dalgalandırdığı insandım Korkularımın yanılsamasında Aklımın güçsüzlüğünde Ve de sınırlarında Cehalet içindeki atalarımın Öngörü ve tabularında Seni kaybettim Sensiz güçsüzleştim. Artık şundan kesin eminim Bütün şüphelerimi hallettim Sen yaratansın ben yaratılan Sen ayrı varlıksın ben ayrıyım Ben sana hiç bir şey yapamam Sen bana her şey yapabilirsin Sen hiç bir şeye muhtaç değilsin Ben sana muhtacım/bağlıyım Şimdi huzurundayım Korkularımdan arınmış Kalbim sevginle dolmuş Senin gönderdiğin dünyada Senin istediğin şekilde huzurda Sana sesleniyorum Sana yalvarıyorum Korkularımı affet Kurgularımı affet Ben içimdeki Bütün şeytanlarımı Acımasızca taşladım Şeytanla arkadaşlığımı Bitirdim/soyundum/yıkandım Dünya elbiselerinden arındım Atalarımdan gelen yanlışlardan Bilgilerin/bilinçlerin kirlerinden Arındım/temizlendim sana geldim Özgürlüğümü hissederek Aklımla hükmederek Muhakememle erişerek Sevginle/sevgimle yönelerek Yara Rabbi, Bundan böyle, Aklıma yenilmeyeceğim Tarihe yenilmeyeceğim Atalarıma yenilmeyeceğim Şeytana yenilmeyeceğim Korkularıma yenilmeyeceğim Senden gelen hidayeti/aydınlığı Kin/nefret ve korkudan gelen karanlığı Bilgi ve bilinçle ayırıyor Bilgi ve bilinçle seçiyor Bilgi ve bilinçle özgürlüğü Huzurunda haykırıyor Ve buradan dünyaya Seninle, yeniden doğuyorum Beni dünyaya gönderdiğin aklıkla/saflıkla/berraklıkla Senden geldiğim özle/esasla Yeniden dünyaya/hayata Görevlerimi özgürce yapmaya Tüm kirler ve haksızlıklardan Tüm yalan ve riyakârlıklardan Uzak durarak/ve savaşarak İnsanca yaşama dönüyorum Geçmişimi tümüyle af et Geleceğimde bana yardım et Beni hidayete/aydınlığa Ulaşan kullarınla beraber kıl Beni özgürlüğe/kurtuluşa Eren kullarınla beraber kıl Bizi hidayete/aydınlığa Özgür yarınlara nasip kıl Sen en büyüksün Allah’ım Sen en güçlüsün Allah’ım Sen yaratan/verensin Allah’ım Sen gönderen/alansın Allah’ım Senden geldim, sana geliyorum Beni katında kabul et Allah’ım
22 Nisan 2010 Perşembe
BUGÜN 23 NİSAN
Büyük Atatürk’ün ülkemizin çocuklarına armağan ettiği ve çocuk bayramı olarak kutlanmasını istediği 23 Nisan’ ı “dünya da ilk kez ve hala tek” yaklaşık kırk sene önce ben de bugünkü çocukların kutladığı gibi kutlamıştım, üç yaş aşağı-beş yaş yukarı yaşıtlarımla birlikte. Belki o günlerde içimize dolan neşenin daha farklı bir mayası vardı ama neşeydi sonuçta.Bulvarlar, geniş vitrinli mağazalar, bugünküler gibi rengarenk ışıklar saçmıyordu. Sokaklar 60 vatlık Edison ampullerle, caddeler direklere karşılıklı dizilmiş flouresant lambalarla ancak bir adım önümüzü görebileceğimiz kadar ışıklandırılıyordu. Gene de bugünlerden çok daha aydınlıktı geceler.Ve gene o zamanlar bulvar boyu iki sıralı ağaçlarda mevsimine göre kuş cıvıltılarından başka ses duyulmaz, üstümüze-başımıza sıçramasından korktuğumuz tek pislikte sadece bu kuşların def-i hacetleri olurdu. O güne kadar geçen zaman başka pislik üretmeye yetmeyecek kadar da kısa değildi üstelik ama bugünlerden çok daha berrak doğuyordu güneş. Balçıklı eller güneşi sıvama işine bugünlerde olduğu gibi soyunmamışlardı henüz.Bugün hala gözümün önündedir, böylesi bir bayram coşkususun yaşandığı gecelerden birinde şık tuvaletleri ile bayanların, smokinli baylar tarafından davet edildiği açık hava dans pistinin ortasında günün moda danslarının ahengiyle ve orkestra eşliğinde yaptıkları dansın çizgileri. Eldivenli garsonların zarif hareketlerle doldurdukları kadehlerdeki kırmızı şarabın kokusunun da burnumda hala tütmekte olduğu gibi. O günlerde deklanşöre basıldığı zaman ortaya, kimilerimizin şekil olarak hoşuna gitmese de sıradan yaşamlar içinden bile işte böylesine güzel fotoğraflar çıkabiliyordu.Antetleri dışında tamamı siyah-beyaz gazeteler, sekiz sayfaya sadece Pazar günleri ulaşabilse de dört sütuna yarım sayfa kaplayan çizgi romanlar, bütün masumiyetleri ile gene de çocuksu hayallerin bulutlar arasına saklanmış gezegenlerine sağlam basamaklı merdivenler kurmaya çalışıyorlardı. Derse çalışmaya davet zamanı geldiğinde de saçlarımızı sevgiyle okşayan eller ile bir sonraki gün okul hademesinin çaldığı ve dersin kendisine davet anlamına gelen çıngıraklı zili sallayan eller sanki aynı ellerdi.23 Nisan’ı kendi adıma içime dolan neşeyle kutladığım günlerden bu yana kırk yıl geçti neredeyse. Çocuk yüreğime sakladığım albümdeki o fotoğrafların görüntülerinin neredeyse tümünün yerlerinde nice yeller esiyor, üzerlerinden kimbilir kaç kat ziftli asfalt geçti. Ve ben buna rağmen o günler çok daha aydınlıktı diyorum. Çok daha güzeldi, renkliydi. Bunun aksini söyleyecek benimle yaşdaş sayılabilecek kaç arkadaşımız vardır aramızda bilmiyorum ama bildiğim bir başka şey daha var...Evet, bildiğim bir başka şey daha var.Bugünlerin tartışılır ve giderek daha da kararmakta, karartılmakta olan aydınlığının sorumlusunun; benim büyük Atatürk’ün armağan etmesi ile kutlamış olduğum son 23 Nisan bayramında izleyici tribünlerinden hep birlikte alkış aldığımız, içimize dolan neşeyi aynı sahada çocuksu bir şölene dönüştürdüğümüz o arkadaşlarımızın ya da benim ya da sizin ya da hepimizin olduğudur …. Bugün çocuklarımız sadece bugünün gerçek anlamını öğrensinler ve kimin sayesinde kutlayabildiklerini, kimin sayesinde “içlerinin neşeyle dolduğunu” bilsinler ve sadece ve sadece bunu hiç unutmasınlar. Bu yeter işte yarınların aydınlanması için ..A.Y…23 nisan 2010
18 Nisan 2010 Pazar
ONU RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ
İkindi vakti, kısa aralıklarla durup tekrar esen hafif rüzgâr kulaklarımıza inceden inceye bir matem havasını haber verir gibiydi. Açık havada kendimize bir hafta sonu meşgalesi uydurmuştuk. Çocuklarımla birlikte gemlik gübre sanayii deki görevim nedeniyle rıhtıma inip balık tutarken fabrikadan yük alan geminin kaptanı kaptan köşkünden seslendi. Televizyondan geçen alt yazılardan öğrenmiş. Kırık bir ses tonu ile ölüm haberini iletti. Bir süre çocuklarımla bir birimize bakıştık. Sonra mukadderat denen ilahi taksimatın şuuru ile başımız önümüze eğildi.Düşük veya duraksayan tempoda, denizin dalgası ve geminin motorunun sesleri bir birine karışıp an be an içimize işleyen hüzün duygusuna eşlik etti… 1993… 17 Nisan … yine bir Cumartesi günü idi… Bu gün geriye dönüp baktığımda 17 koca yıl geçmiş. Malatya’nın bağrından çıkıp yüce milletin gönlünde taht kurmuş, yakın tarihine şerh düşmüş, önemli köşe taşlarından birini ebedi yolculuğa uğurlayışın on yedinci yılı. Rahmet olsun… Nur olsun…Bilenler bilir. Onu yakından tanıyanlar, öğrencilik yıllarından itibaren, çalışma hayatında, siyaset dünyasında benim gibi onunla teşriki mesai içerisinde olanlar elbette çok daha fazla malumat sahibidir. bana göre merhum Özal’ın en mümeyyiz vasfı onun gönül insanı, gizli ya da aşikâr derviş ruhu, kalender yapısı, insani yönüdür. Şu kadar yıl ülke insanı olarak bizlere bıraktığı imaj, Onun tarih, memleket, millet ve insan sevgisidir. Milliyetçiliği ideolojik bir etiket olarak değil hayatına yansıtan insani bir vasıf haline getirmiştir. Yani milliyetçilik, ülke insanını kategorize eden, kamplaştıran, kutuplara ayıran, mevhumuna muhalif, çatışmacı, kuru bir söylem değil, bilakis ülke insanını sevmek ve yüceltmek özlem ve çabası içerisinde olmaksa… Turgut Özal işte tam da böylesine sahici bir milliyetçiliğin mümessili olmuştur.
Onun bir diğer bariz özelliği çalışkanlığıdır. Turgut Özal’ın çalışkanlığını değerlendirmek bize düşmez. Ortaya çıkardığı eserler bunun en canlı belgeleridir. Bu gün yaşadığımız pek çok yeniliğin başlatıcısı, mimarı merhum Özal olmuştur.
Bir diğer önemli özelliği cesaret ve basiret sahibi oluşudur. Bu iki özelliği bir arada zikretmek durumundayız. Zira basiret olmaksızın cesaret kendi başına kontrolsüz bir güç anlamına gelmektedir. Oysa Turgut Özal da müteaddit vesilelerle örnekleri görülen cesaretine paralel, tedbiri elden bırakmayan, tavır ve davranışlarında makuliyet sınırlarını gözeten yönü ile özetlenebilecek hep bir basiret öğesi vardır. Türkiye’yi vesayet ve ideoloji cenderesinden çıkartıp medeni bir ülkeye dönüşümün mimarlarından bir olurken bunu cesaret ve basireti ile yapmıştır.Sağdan ve soldan onu sevmeyenler, istiskal edenler, eleştirenler olmuştur. Sağdan gelen itirazlar daha çok onun liberal, çoğulcu, kuşatıcı görüş ve uygulamalarına getirilen eleştirilerden kaynaklanmaktadır. Bu taraftan gelen eleştiriler toptan bir reddiye değil, bunun yerine kimi uygulamalardan duyulan rahatsızlıklardır. Buna karşın sol cenahtan tamamen ideolojik saiklerle toptancı bir karşı duruş söz konusudur.
Bize düşen ölüm yıldönümlerinde elbette ağıtlar yakmak değil, Özal’ın ruh ve düşünce dünyasını anlamak, bununla yetinmeyip, yaşasaydı, neler yapmak isterdi, nasıl bir Türkiye özlemi içerisinde olurdu, bunu tahayyül ederek, bu çaba içerisinde olmaktır. Bu toprağın insanları Onun ölümü için “kesemizden gitti” derler. Sadece bu toprağın, Malatya’nın değil, Türkiye’nin, insanlığın kesesinden gitti. Yani Özal’ın ölümü zarar hanemize düşülmüş acı kayıttır. Saygı ve rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsın.......A.Y.....17 NİSAN 2010
1 Nisan 2010 Perşembe
USULÜNE UYGUN YAZILMAMIŞ DİLEKÇE
Tutmayan dualarından şikâyet ediyorsan eğer; usulüne uygun yazılmamış bir dilekçe salmışsın demektir gök kubbeye. Muhatap makam ne kadar kıytırık olursa olsun usulsüz dilekçeler kabul edilmezken şartlarına riayet edilmeyen duan nasıl tutsun?Dua, Allah'a çıkarılmış davet ve insanın acziyet itirafıdır. Kişinin kendi kendisine yetmediğinin bilincidir. Dua, tüm iradesini sergileyip bittim diyenlerin hakkıdır. Gerçekten “bittim” diyene “dayan kulum yettim” diyecektir Allah.Sahi var mı içimizde “bittim ey rabbim” diyebilen .Kim o ? Hiç şüphen olmasın dostum yardımı hak ediyorsan Allahın yardımı pek yakındır mahzun olma sakın.Yaptığımız yalvarışlar, mektupsuz zarflara benziyorlar. Beden var ama ruh yok. Ağlamayan bir göz, utanmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz ve eyleme dönüştürülmemiş binlerce söz ile yapılan sızlanmalar nasıl itibar görsün ilahi makamda.Acımayan, hissetmeyen, tutuşmayan, merhamet etmeyen, duymayan, görmeyen bir yüreğin feryadı mı olur?Kas katı kesilmiş aşk garibi gönüller dua gibi mükemmel bir mesajı hangi yürekle, hangi enerjiyle sevk ederler adresine? Sesin ve sözün sahibini duymayan, kendi sesini de sahibine duyurmaktan aciz olan bir öz, geleceği dahi sarsacak bir sayhayı gönderebilir mi semâya?Hal bu ki dua, güftesi aşk bestesi acziyet ve acı olan kendine has bir şarkıdır.Bu şarkıyı okuyacak olanın mazlum olması yetmez; kendinin mazlum oluşu zalimlerin zulmüne teşvik olmamış olması gerekir.Bu şarkıyı mırıldanacak kişinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır.Bunun bilincinde olursa eğer, duayı bir yavrunun annesinden isteyişi gibi ısrarla isteyecektir, Allah'a çıkarılmış bir davetiye varsa, onunda bir adresi bir aidiyeti olması gerekir. Hem davet edip hem de adresinde bulunmuyorsa sorumsuzun teki demektir. Kim inanır onun sızlanmasında samimi olduğuna.Hadi diyelim ki adresinde durdu. Bu sefer de, davetine icabet edecek Allah'a verecek bir yüreği olmalı. Karaca Ahmet mezarlığına dönmüş bir yüreğe davet edilir mi o?Kulun gücünün tükendiği yerde Allah'ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiğini kontrol ettiniz mi? Hala biraz gücünüz, bir parça damarlarınız da kanınız varsa onu da harcayın ve en ihtiyacınız olan bir anda açılan kapıyı görün.Taif dönüşü peygamberin son çaresi de tükenmiş ve gücünün bittiğini anlamıştı. Gidecek bir yeri, sığınacak bir kapısı, barınacak bir çatısı da kalmamıştı üstelik.Aklın yönteminin bittiği yerde aşkın kollarına bırakmıştı kendisini ve bir dua salmıştı rabbine. Hem öyle bir dua ki hedefini bulmuş ve peygamberliğinin gün dönümü olan bir süreç başlatmıştı.Nebinin yaşlı gözleriyle ve Mekke ye bakarak yaptığı ve tarihi dönüştürecek olan duası;
Allah'ım! gücümün bittiğini sana arz ediyorum.
insanların gözünde aşağılandığımı sana şikayet ediyorum!
Ya rahman ve rahim!
Sensin ezilmişlerin Rabbi!
Sensin benim Rabbim!
Beni kimlerin eline bıraktın?
Bana eziyet eden yabancıların eline mi?
Yoksa davamı harcayacak bir düşmana mı?
Eğer sen bana darılmadıysan,
kesinlikle bunlara aldırmıyorum.
Lakin iyiliğin bana güç verecektir.
Senin ışığına sığınırım,
karanlıkları aydınlatan ışığına...
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.
Sana sığındım, yeter ki benden razı ol.
Güç ve kuvvet sendendir,
yalnız senden."
Amin. .........A.YILMAZ
16 Mart 2010 Salı
ONLAR DEĞİŞİMİ HİÇ DÜŞÜNMEDİLER
Çanakkale Savaşında kendisiyle görüşme yapan Ruşen Eşref Ünaydın’a Gazi Mustafa Kemal şöyle diyor: “Kendisinden birkaç dakika önce sipere giren arkadaşının öldüğünü görüyor, birkaç dakika sonra kendisinin de öleceğini biliyor. Yine de en ufak bir duraksama geçirmeden siperde yerini alıyor ve sessizce kılı bile kıpırdamadan şehit oluyor. Çünkü onlar egemenliğe giden yolda değişmeyi düşünmediler.Afyon Dumlupınar Başkomutanlık Savaşında Yüzbaşı Reşat Bey, Çiğil tepe’yi iki saatte alacağına söz verir. Ne var ki tepe çok diktir. Düşman en büyük gücünü bu tepeye yığmıştır. Bu nedenle tepenin alınması sadece iki saat gecikir. Yüzbaşı Reşat Bey; tepe’yi söz verdiğim saatte alamadım, diyerek intihar eder. Çünkü o egemenliğe giden yolda değişmeyi düşünmez.Buna benzer bir değil binlerce olayı sayabiliriz. Tarih kitapları her bir Türkün yurt savunmasında ne kadar büyük destan yazdığını anlatır. Bu destanı dinleyenler çelikleşir. Üstelik düşmanları bile kendine hayran bıraktırır.Onun için sizleri unutmadık aziz şehitlerimiz. Sizleri nasıl unuturuz yeğenim Ahmet Efe Sipahi, daha 7 aylık kızın Müjde Seher Sipahi‘i bizlere bırakarak, alnına gelen şarapnel parçasıyla nasıl gülümseyerek gidiyordun. Daha 25 yaşındaydın ve gencecik bedenini hain pusularda dağlamıştın.Sizleri nasıl unutabiliriz Eski koruma polisim Cemal Ulutürk, eşini ve 3 çocuğunu geride bırakarak Bingöl dağlarında PKK ya aman vermedin. Özel Harekâtın en seçkin polislerindendin. Ne mutlu bana ki senin o mağrur, çalışkan ve son derece terbiyeli çocuğunun velisi oldum. Hiç merak etme oğlun da senin yolundan ilerliyor. Vatan ve namus yolunda o da polis oluyor. Düşmanlar şunu bilsin ki bir Cemal gitti geride milyonlarca Cemaller ve onun oğulları var.Bu öğle bir savaş ki dağların doruklarında haince pusu kurarak bekleyen, trenlerin yoluna bomba koyarak masum onlarca kişinin ölmesine, yaralanmasına yol açan; tuvaletlere, terminallere bomba atarak kendini gizlemeye çalışan şerefsizlere karşı veriliyor.Vatan yolunda kimi kolundan kimi bacağından olmuşlardır. Mehmet Akif in dediği gibi Bedrin aslanları kadar şanlı, onlar kadar kahraman asil şehitlerimizi hiçbir zaman unutmayacağız. Onları rahmetle anıyor ve hiçbir zaman unutmadığımızı göstermek için bu yazıyı yazıyor Son söz olarak sözde açılımlardan dolayı onlardan ve ailelerinden binlerce kez özür diliyorum. yurdu için şehit olanlara ve onların geride bıraktığı gözü yaşlı ailelere binlerce selam ediyor,sizleri şehitlerimizin ruhlarına fatiha okumaya davet ediyorum..A.YILMAZ 2009
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
14 Mart 2010 Pazar
YAŞAM DÖNGÜMÜZ
Anımsıyorum da ‘çocukluk yıllarımda kimse kapısını kilitlemezdi. İnsanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakarak konuşur, arka bahçelerde sıkça bir araya gelip kendilerine keyif zamanları yaratır ve sürekli okurlardı. Kitap kurdu birinin elinde gördüğüm Yaşar Kemal’in İnce Memed’i beni ne kadar şaşırtmıştı. Günümüzde ise birer robota dönüşmüşler. Şimdi ifadesiz gözlerle boşluğa bakıp duruyorlar. Herkes iliklerine kadar yalnız… Sağlıklarına oldukça düşkünler; spor yapıyor, sigara içmiyorlar örneğin. Belki de ölümsüzlüğü satın alabileceklerini düşünüyorlardır. Ancak yetişkinlerin pek çoğu psikiyatrlara gidip reçete ile edindikleri yatıştırıcı ilaçları kullanıyor ve ne yazık ki zaman geçtikçe yaşayan ölülere benziyorlar. Gördüğüm çelişkilerden ötürü şaşırıyorum. Özgürlükleri konusunda fevkalade duyarlı olan bu kişilerin neden kendilerini evlerine, arabalarına kilitlediklerini sorguluyorum. O halde bu evleri niye satın alıyorlar? Modern hapishaneler mi ediniyorlar? Korkuları o denli mi büyük? Ben buna “Çağdaş cezaevi sendromu” diyorum… Sokaklar ve kasabalar terk edilmiş gibi, çünkü kimse yürümüyor, arabasız bir yere gitmiyor. Ortalıkta çocuk sesi yok, bahçelerde ya da yol kenarlarında oynayan çocukların olmadığı gibi… Sokak aralarında bisiklete binenler görünmüyor. Müzik sesi duyulmuyor. Yaşamın en belirgin işareti olan yemek kokuları gelmiyor. Perdeleri daima kapalı olan evlerin garajları var ama garaj girişlerinde araba yıkaması gereken insanlar sanki buharlaşmışlar. Bu evlere günlük gazete bile girmiyor. Ahali, alarmların koruması altında, televizyon ve bilgisayarlar karşısında sürekli hazır paketlerden bir şeyler yiyip şişmanlıyor; sonra da spor salonlarına taşınıyor. Çoğu Afrika, İran, Irak, Afganistan ya da dünyanın herhangi bir yerinde neler olup bittiğinden habersiz. Eminim böyle bir dertleri de yok. Dondurulmakta olan beyinleriyle ilgili bir sorunları olmadığı gibi… Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Konuşmadan, düşünmeden, yaratmadan, paylaşmadan geçen bir hayatı kabullenmek nasıl mümkündür, anlayamıyorum.
İŞTE HAYATLARIMIZ
Akşam bir davete katıldım ve hayatımıza, hayatlarımızdakilere bir baktım. Kalabalıklar içinde duyulan yalnızlıklar. İnsanların kendisini soyutlaması tüm varlıklardan… Hayatlarından bir şeylerin sona ermesi ve bunun nihayetinde yeni acıların, yoklukların başlangıcı… İnsanları anlamaya çalışıyorum da; sanki içinden çıkılamayacak en iyi matematikçilerin bile çözemeyeceği, çok bilinmeyenli denklem misali…
Bir bakıyorsun en sevdiğin kişi bile (ya da öyle sandığın) yanında artık yok. Atıvermişler seni bir köşeye. Hâlbuki bu kadar kolay olmamalı arkadaşlıklar, dostluklar, sevgiler… Günümüzde sanki artık yok olmaya yüz tutmuş bu değerler. Bir ucunu bıraksak belki de çorap söküğü gibi, kayıp gidecek farkında olmadan avuçlarımız arasından. Düşünüyorum da hayatımızda keşke keşkeler olmasaydı. Olmuyor ama işte burada da keşkelerimizi konuşturuyoruz. Geçmişe dönüp baktığımızda silmek istediğimiz, hatırlamak istemediğimiz onca keşkeler var ki hepimizin hayatında… Yüreğini acıtanlar, senin insan olduğunu unutup kendini değersiz hissettiren maskeler sarmış etrafını… Bocalayıp, yuvasız bir kuş gibi oradan oraya savrulup duruyorsun. Sanki hayatına sonbaharlar uğramış bir daha gitmemecesine hem de… Umutların yıkılıveriyor bir anda…
Yüreğimize gelip, şöyle bir çizik atıp gidenler feryadımızı duymuyorlar bile… Yüreğimizi anlayabilmek için açmayanlar yürek kulaklarını, sevmeyenler birbirini… Hayat denen bu bilmecede başını almış gidiyor hepsi. Kardeşliğin bile ölmeye yüz tuttuğu dünyadan daha ne beklenebilir ki… Kendince mutlu olmaya çalış dur sen. Nasılsa sen çabaladıkça, yıkmak için yaşayanlarda yok değil hayatta… Sen kibrit taneleri gibi hayatında bir bir mutluluklarla merdivenleri kurmaya başlıyorsun hayat denen bu yolculukta… Bakıyorsun ki ne güzel fark etmeden mutluluğun doruk noktasına varmışsın bile. Öyle ki unutuveriyorsun bu merdivenin kibrit tanelerinden oluştuğunu… Biri geliyor bir tanesini yakıyor ve… Gün geliyor ki her şey darmadağın olmuş sen yine farkına varamadan… Belki varıyoruz da yanıp kül olduktan sonra… Gece olunca, kendi benliğinle yalnız kalınca, başını yastığa koyup ta; şöyle bir düşününce anlıyorsun olanların hepsini, hayatın çilekeşliğini… Aslında bir hiç olduğunu, yaşamının kimsenin o kadarda umurunda olmadığını… Her şeyin senin yüreğinde başlayıp yine senin yüreğinde son bulacağını… Sevgilerimle......
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)